RSS

32 Ağustos

Zamanın ilerlemediğinin farkında olduğum günlerden birisiydi...Hasta olduğumu da hesaba katarsak bu hissiyatımın katlanmaması için bir sebep yoktu...Ateşimin yükseldiğini,dışarı çıksam bile bunun bir faydası olmayacağını biliyordum ; ama yine de Marmara’nın orta yerinde , arabalı vapurun üst katında bir rüzgar gülü kendimi gibi açık rüzgarlara bıraktım...Soğuğu hissedip tir tir titremenin ardından ,aslında yağmurdan kaçarken doluya tutulacağımı hiç düşünmüyordum...
Zihnim bulanıklaşıyordu...Sıkıştığımı hissettim ve daha önce tuvaletin nerde olduğunu bildiğim için arabalı vapurun yeraltı dünyası gibi olan 'alt katı'na indim...Çeşitli aralardan geçtikten sonra,tuvaletlerin olması gereken denize yakın kenar kısıma geldim...Kafamı çevirip baktığımda kadınlar tuvaletini temsil eden , "üçgen etekli garip saçlı küçük beyaz kadın sembolü"nü gördüm ve erkekler tuvaletinin bunun tam tersi yönünde olduğu kanısına vardım...Yeraltı dünyasında soğuktan etkilenmeyip sadece sigarasını yakabilmek için aralarda dolaşan insanları gördüm ve bu durumu anladığımı düşündüm...Erkekler tuvaletine(sadece bir tuvalet vardı) geldiğimde orada bekleyen bir kadını gördüm...Kadından biraz şüphelenip “acaba kadınlar tuvaleti dolu da erkekler tuvaletini mi tercih ediyor” diye düşündüm...Biraz sonra cevabını bildiğim halde yine de “dolu mu?” diye sordum...”Evet” dedi biraz tedirgin şekilde ama biraz sonra her şey kapı açıldığında “tamam mı oğlum?” sorusuyla çözümlenecekti...İçeriden 7-8 yaşlarında bir çocuk çıktı...Pantolonunu eciş bücüş yukarı çektikten sonra annesinin elini tutmaya hazırdı...İçeri girdim,artık otobüse geri dönmem gerektiğini düşündüm...Zihnim git gide bulanıklaşıyordu...
Yerime oturdum ve bir ön koltukta annesiyle çocuğu gördüm...Çocuğun cips talebine karşılık annesi "tamam" diyerek üst taraftan bir poşet çıkardı...Çerezza’nın farklı versiyonlarının olduğu poşeti sanki daha önce de açmış gibiydi kadın...İçinden baharatlı olanını çıkardı ve oğlanın bunu beğeneceğini düşündü...Çocuk,ikinci seçeneği de görmek istedi...Annesi,süt mısır olarak bilinen cipsi uzattı ve bunun diğerine oranla daha tatlı olduğunu söyledi...Çocuk ikna oldu...Bir süre sonra çocuğun 'hiç susmayacağı bir periyod'a girileceğinin farkına vardım...Çünkü çocuklar bir şeyler yedikten sonra konuşmayı çok severler...Bu durum engellenemez...

“Anne” dedi yakınlarda uçan martıları göstererek : “kartallara bak ne kadar da büyükler” dedi heyecanla...Annesi biraz bekleyip : “onlar kartal değil martı oğlum” dedi...Çocuk gördüğü şeyin kartal olduğundan son derece emin bir şekilde : “hayır anne kartal olması gerekiyor” dedi...Bir kez daha ”kartal olması gerekiyor baksana” diyerek bu sefer annesini ikna etmeye çalıştı...Annesine ‘bir keresinde köye gittiklerinde evlendirme dairesi yakınlarında bir kartal gördüklerini’ anımsattı ve onların martı olmadığı konusunda kendince emin oldu...Bunun üzerine annesi, kartalların denizin üstünde yaşayamayacağına yönelik ,onların habitanın farklı olduğunu ima eden birtakım açıklamalarla, dönüşü olmayan bir yola girdi...Çocuk haklı olarak : “neden denizin üstünde yaşamıyor ki?” diye sordu...Annesinin kartallar hakkında çok bilgisi olmadığını fark ettiğim için yapacağı açıklamaya iyice kulak kabarttım...”Onlar” dedi biraz duraksayarak “ormanlarda filan yaşar oğlum”, ”kanatları daha büyük olur”...Kafamı biraz geri attım ve gözlerimi kapattım...Yine de bu belgesele devam etmek istiyordum...Sonra ,çocuk ilk defa martıların martı olduğuna inandı,fakat bu kez de 'kartalların yeme kapasitesi'ni merak etti...Kartalın ağzıyla 3 5 martıyı tümden yutup yutamayacağı gibi metafizik bir olayı annesine sordu...Karşılaştırma yapabilmek için insan ağzının genişliğiyle kartalın çenesinin genişliğini de annesine sordu...Annesi artık tükendiği için cevap veremedi...Sonunda çocuk, martılara biraz daha bakıp “ama anne kartala çok benziyor değil mi?” diye sordu...Annesinden cevap alabilmek için aynı soruyu 3 4 kez sordu...Annesinin evet mi hayır mı dediğini hatırlamıyorum...Belki de evet cevabını duyup mutlu bir şekilde susmuştu çocuk...Ben ise daha fazlasını dinleyemeden,başımın ağrısıyla azıcık uyumuştum...
İstanbul’a geldiğimde,çocuğu son kez servisin içinde annesini deli edecek bir koşuşturma esnasında gördüm...Beynim donmuştu ve bazı algılarımı kaybettiğimi düşündüm...Ateşim yükseliyordu ve zaman ilerlemiş olmasına rağmen bana bir şey ifade etmiyordu...Ne saatler önce hissettiğim soğuk ne de beynime yağan dolu fırtınası ateşimi dindirememişti o gün...Metafiziktendi ; farkındaydım , yanıyordum...


Edge

Denişik...Ulan çok farklı bu yaşam denen hadise...Bok böceğine lakap takıp onu hakir gördüğümüz, bir düzenin içinde , hamam böceklerinden , sırf onlardan daha gelişmiş bir organizmaya sahip olduğumuz için onları küçümseyip bunda bile kibirli davranabilen , kobay ederken acımadığımız fareleri,evde ayağımızın altında hissedince,ölümüne tırsan insanlarız işte...
İnsanoğluna bahşedildiği düşünülen “düşünme yetisi”yle zaman zaman çok övünüyoruz , bu doğru...Kendimize yön falan veriyoruz ya ,anlamlandırıyoruz(!) her bir şeyi bu en güzel duygu(!)...İlkelken filan ne yapıyordu acaba insanlar ? Yine “bok böceği”ne , “bok böceği” deyip , sıçtığı şeyin ismini ona yakıştırıyor muydu ? İnanır mısın , bazı isimlerin , sırf o zamanlar ismi verilen şeyin hakkını savunacak bir avukatı olmadığı için konulduğunu falan düşünüyorum...”O dönemde avukat ne arar dangoz” diyen birisi için ,bunların adının neden böyle konulmuş olabileceği hakkında fikri olduğunu sanmıyorum...Düşünsene , birisi yıllar önce sana “bok böceği” diyor “hamam böceği” diyor ve senin bu ismi almak isteyip istemediğini bilmiyoruz , başvurabileceğin bir avukatın bile yok...Sen onların avukatı mısın diye soracak olursan , avukatımla konuşma hakkımı kullanırım...Böcek sikimde bile değil ,bu isim verilen şey “zigon sehpa” bile olsa elimizden bir şey gelmez bunu demek istiyorum...Çoktan birer isim verilmiş , her bir şeye ve bunu da insan yapmış ; aynı, bokuna bok demeyi bulan insan gibi...
Ondan sonra da kalkıp , ilkel insanı eleştiriyorlar...İnsanoğlu asıl,o dönemde avukat denen şeyi bulamadığı için hayıflanmalı bana kalırsa...O dönemde, ilk elin günahı olmaz diye düşünmeyi akıl edebilen insanlar olsaydı veya bunun bilincinde olsalardı , emin ol hayatımızı daha çok sikerlerdi...Ama orada dur işte...Demek ki bu insanlar ne yaptıklarını bilmiyorlardı...”İleriki jenerasyonlara bir şeyler bırakmak” terimini bugünün insanı uyduruyor...Bilerek ve isteyerek ,ilk elin günahı kavramını sahipleniyor , suçu ilkele atıyorlar...Şu, gelecek nesile bir şeyler bırakmak istiyorsan , onlar ilerde bunlara lanet etmemeli...Cro-magnon’ların psikiyatrları filan var mıydı bilmiyorum ama , onların zaten homo sapiensleri düşünecek kadar dertlenmiş olabileceklerini düşünmüyorum...Hayat onlara güzelmiş...Bizimkiler ise kendi yaşadığı çağı unutup, gider bir sonraki çağı düşünür oldu...Bırak , yaşadığınla kal,çok bir şey bırakmak istiyorsan da,önce kendini tutmayı başar ; sonra fikirlerin ulaşır zaten istediğin adrese...

Diyorum ya garip bir şey bu , yaşamak mevzusu...Günden güne değişik şeyler oluyor...Farkında olan insanoğlu , farkında olamadıkları için savaş veriyor , bu sıfata bağlı kalmak için...Düşününce ,aradan milyonlarca yıl geçtiğini ve en güncel yılda yaşadığımızı fark ediyorum ben...Bu inanılmaz bir şey...İnsanlar sadece doğduğu andan bu ana kadar olan ve biraz sonrasındaki yaşamıyla ilgileniyor belki...Fakat , bundan önce onbinlerce yılın geçtiğini ve bu içinde bulunduğu yılın , günün ve dakikanın ,bu yıl doğrusundaki en uç nokta olduğunu fark edemiyor sanırım...Bunu düşündükçe üç boyutlu resme dalar gibi dalıyorum ben...Düşünsene öyle bir sistem kurmuşsun ki , zamanı gösteren her şeyin olmasına rağmen yine de onu durduramıyorsun...Eskiden saat bile yokmuş...İlk insanları, zamana sahip oldukları için kıskanıyorum doğrusu...Keşke diyorum ,durdursaydınız zamanı ,bizler için , ama nereden bilebilirdiniz ki... Yaşam çok garip...

Bugün , dünden yarını çıkartıp elde ettiğin bir sonuç bence...Elde olan ve bilinçli olarak anlam verdiğini düşündüğün bir şey...Bulunduğun yer , zaman , mekan , algılar her şey değişiyor zamanla...Ama şu böceğin ismi “bok” ya hala, en çok da buna canım sıkılıyor...