RSS

Anything



"Pos makinasına bakmamanın yaratmış olduğu hüzünkar bahsin ruhtaki iç karartıcı yansıması,
buna sebep olan istemsiz merakın doğal sonucu hınzır bir hissin bütün yaşamı kaplaması ve bu hissin daha da yaşanacak olmasıyla birlikte gelen dışavurumsal acıyı gizlemeye çalışmak, olur da kaçamak bir bakış atılmalı mı sorgulamalarının kafa etini hıpızlı yediği dakikaların durgunluğunun sonlanması için çırpınışların bir an önce çözüme kavuşmasının yegane yolunun bilinemez olması, hayattaki en absürd anların birisinde bu durumu hep garipseyen bir adama bu cümleleri yazdırtır bazen…"

"Pos" lan altı üstü…bak bak ben şifreyi girerken nolacak

Gula

Büyük popolu kadının kendine güveni tam…İlerliyor kaldırımında, karşısına çıkan bütün engelleri aşacakmış edasıyla…Her gün bir müdür baskısı altında ezilen ve sesi çıkmayan insanların oluşturduğu duygunun aynısını kaldırım taşları yaşıyor…Bundan haberi bile olmayan kadın, gülümseyen suratıyla onların içindeki isyan duygusunu bilmeden bastırıyor…İçindeki özgüven yabancı filmlerde görmeye alışkın olduğumuz dağları taşları yerinden söken güçlü bir yaratığınkini andırıyor, arz-ı endam ettiğini sanıyor…Nedendir bilinmez ama vücudunun ağırlık merkezi onda bu güveni oluşturuyor denilebilir…İçten içe yükselen istikrarını yüksek topuklarıyla destekliyor…Olmayacağı kesin fakat manyak bir kahkaha patlatacakmış gibi dolaşması, bunu gerçekten yapmasından beter bir duygu uyandırıyor insanda…Bir derdi olmalı diye düşünmek işten bile değil…Sanki bir savaşa zorlanmış, halihazırda hayat gailesi yetmezmiş gibi kendi hariç herkese havan topuyla saldıracakmış gibi davranması sürpriz değil belki de…İnsanda tabi özgüven, kendi benliğinden olduğu kadar fiziksel gücünden de ileri geliyor olabilir…Kadının eve gittiğinde bugün de “kaldırımları ne ağlattım” uğraşısı içinde olduğunu sanmıyorum…Bunları düşünebilecek kadar kafası yoğun değildir…Kendiyle entegre, yaşamında onu o yapan belki de, renk paletinde bulunmayan pembemsi bir taytı, arkasındaki insanlara hava koridoru sağlayabilecek kadar büyük gövdesi, en önemlisi ve bunları tamamlayan büyük poposunu düşünecek kadar vakti yoktur…Özgüveni olan insanlar hiçbir şeyi takmaz…En azından öyle olması lazım…Taklit edecekleri veya kendinde değiştirecekleri şeyler yoktur…Bütün bunlar taytla alakalı değildir tabii ki…Bugüne kadar yenilen İtalya haritasını oluşturacak kadar makarna veya “hamur işsiz olmazz” düşüncesiyle de alakalı olabilir bu…Öyle bir özgüven düşünün ki bütün bu özelliklere sahipken akıl almaz bir kendini kandırma söz konusu bu tür insanlarda…Diyete başlıyorum denilen her anda kendisiyle yaşadığı iç savaşı, yine tayt ve karbonhidrat kazanıyor…

Ve sonra kadın evine gidiyor…Ki neden gitmesin…Bütün dünyayı dolaşacak hali yok…Asansörde şöyle bir kendine bakıyor, hafif kızmış gibi görünen yüz ifadesininin yerini, az sonra sevmediği bir insanla konuşacakmış gülümsemesi alıyor…Kapıdan içeri girdiğinde kim bilir belki yorgun hissediyor ama yine de güveni tam…Çok uzun zaman geçmiyor televizyonu açması için…Pazar günü kadar saçma olan kadının, yüksek topuklu halinden inanılmaz alçak bir konuma düşmesi magazin programını açmasıyla gerçekleşiyor…Daha kışın ortasındayken “yaza hazır mısınızzz” diyen kadının sesi beynini yiyor...Uzaklardan bir ok yemiş gibi bedeninde yaşadığı huzursuzluğu “ayy ne yapıcam” sorularıyla güçleniyor…Beş ay boyunca yaşayacağı amansız kaygıyla onbeş dakika önce kaldırımda yürürken yaşadığı güçlü(!) enerji arasında dağlar kadar fark var…Bunun yarattığı telaş her haline yansıyor, kumandayı hemen bulmak istiyor…Sinirle kaldırdığı yastığın altından kumandayla alelacele başka bir kanala geçiyor…”Hastaneye gitmek varken sağlık ve huzuru evde buldum ben” temalı program onu kesmiyor ki kanalın artı tuşuna bir kez daha basıyor…İkinci lig maç özetlerinin olduğu kanalı ise hiç görmemiş gibi yapıyor…Onu bir yandan şok eden aynı zamanda da rahatlatan programın yine Pazar keyfinin gündüz versiyonu olduğuna karar veriyor…Bu kez siniri yatışmış ve kendini toplamış görünüyor…Aklına daha yaza çok var düşüncesi gelmemesi ise şaşırtıcı değil, fakat zaman hızlı geçiyor işte…Varsın geçsin zaman diye benliğinde tekrar bir bütünleşme yaşamak istiyor belki de…Sıkılmakla hayıflanmak arası bir hissiyatla dışarıya baktığında aynı ona benzer bir kadının geçişini izliyor…Yalnız değilim o zaman diyor…"O da yaza hazırlanmalı(!), o da sinir yapıyor olmalı"…Gördüğü şey ise bundan bağımsız tamamen bir "özgüven abidesi"…Bu kez yaşadığı iç gerilim yükseliyor ve okuduğu ve anlamadığı birden çok kişisel gelişim kitabının aksine hareket edip kafa karışıklığı yaşıyor…Tekrar dışarı çıkıp yaşadığı güven(!) kaybını tamamlamak istiyor…

i

yaşamak kadar saçma bir şey yok,
bunu kötü biri olduğum için söylemiyorum,
iyi biri miyim onu da bilmiyorum,
zamana bırakmıyorum kendimi,
nadasa bırakılmış toprak değilim ki ben...
dönüyor o zamansız varlığımın içinde
"düşüncesizlikler"
içimde biri var konuşuyor, çok sesleniyor...
susturmak adetim değil,
içimdeki konuşan haklı, kimseye inanmamam
benim inanışım...
saatler,saçma sapan ilerlerken
sabah olurken
ve ben yine olmazken..
olmak istemezken..
anlaşılmayacağımı bilmek hiçbir zaman...
benim zamanım yok...
nefret etmiyorum ilk satırdaki ilk kelimeden...
nasıl bir şey olduğunu bile bilmediğim bir şeyden,
nefret duygum anlaşılamayacakken bile...
büyümez o...
aynı ben gibi sanırım...ama sesler yükselir,
zorlar...tek bir kelime olup bağırmak istersin,
sesinin duyulmadığı yerde de en çok kendinle konuşursun...
her zaman sen haksızsındır çünkü
dünyada bir tek sen yaşamıyorsundur...
bir tek sen kafayı yormuyorsundur ve
bir deli sen değilsindir...
hayır ama bu doğru olamaz...
benim kadar sıkılan birisi olamaz dünyada...
yemin ediyorum...
yarım saat boyunca atıp tutmuyorum,
kimse anlamayacak bu zamansızlığımı...
bunu biliyorum...ve zaten saçma sapan yaşam
beni de alıkoyacak bir gün...acelem yok...
lanet edemiyorum, hiçbir duygum kalmamış gibi
hissediyorum...sadece bunu hissettiğimi hissediyorum...
saatler saçma sapan durmazken,
kendimi ispatlama uğraşında değilim...
ilk satırdaki o ilk kelimeyi anlamıyorum...
anlamak ve olmak istemiyorum...
benim için doğrular ve yanlışlar
yok...sadece saçma sapan bir ben var...
susmayacak...






Dust


Saatlerin yorgunluğu ’nun ardından yatağıma serilip uzandığımda bazen tek beklentim bedenimde oluşmasını istediğim ‘serin’ bir rahatlama hissi…Öyle ki saatleri bile yorduğumu düşünüyorum bazen…Onlar benimle yarışmaktan bunalmış durumdalar…İlerlemiyorlar fakat ne zaman ki yorulduğumu anlıyorum o zaman harekete geçip bana geç kaldığımı hatırlatıyorlar…
En derin duyguların, sessizliğin ve huşunun serinlikte gizli olduğunu düşünüyorum…Bu anlamda aslında ilkbahar çocuğu olmama rağmen nedense sonbahar bana ümit veriyor…
Beynimdeki ardıl çalkantıların belki de durulduğu, rahatladığımı hissettiğim o anlar, hüzünkar eylülle mi alakalı bilemiyorum fakat bir bağlantısı olduğu ortada…
Çoğu şeyin yaşamda beni alıkoyduğu anların birikip ruhumda oluşturduğu tozları, bu sonbaharın ilk günleri ıpıslak yağmurlarıyla alıp götürmek istiyor belki de…Şunu gayet iyi biliyorum ki yağmur geldiğinde tozları dövercesine kaldırır ve tamamen temizlemez, kokusunu duyarsın…Aklıma bunun bilincinde olmamam gerektiğini getiriyorum…Saçma sapan bir huzurla doluyorum işte o zaman…
Bilemiyorum diyorum kendime…Hayatın bana neler getireceğini bilemiyorum daha önceden bana getirdiklerini de bilmeden yaşamış olduğum gibi…Herkesin yaptığı gibi durup düşünmek yerine, yağmurda ıslanır mıyım demeden atıyorum kendimi kocaman damlaların altına…
Her gün yağsın istemiyorum ki insanlar ondan şikayetçi olmasın…En çok da bedenime yağmalı bu yağmur…Beni rahatlatmalı…Ruhumun anlamadığı o hissi yaşatmalı ki en çok buna memnun olayım…
Bazen hiç düşünülmemiş şeyleri sorgulama ihtiyacı duyuyorum kendimde ve yaşamda…Ne zaman mesela yağmuru ilk kez hissettim? Bu nasıl bir şeydi? Kanıksanmış olan zevk vermez diyorum kendimce…Bunun için de bilmemek gerekli…Yaşam garip bir paradoks...
İçindeki tozun ıslak bir dayak yiyip ipincecik kalıp tekrar yükselip kendi kendini tekrar oluşturması gibi…Hayat eğer bana bir mesaj vermek istiyorsa onun bu olduğunu düşünüyorum….Yıkılmak, parçalarına ayrılmak ve sonra onları birleştirmeye çalışmak ve bunları yaparken hiçbir şeyi ‘bilmemek’…

Her ne kadar ümitli de olsam bu döngüyü hiçbir zaman anlamayacağımı biliyorum…Bunun anlaşılması da gerekli değil sanırım…Elde ettiğim herhangi bir şey olsa bile bundan memnun olmayacağım…Bunun yerine en güçlü hafıza kaybımı ne zaman yaşarım diye düşünüyorum…Bir film senaryosunu andıran bu fikrin eksik kalan yanı bugüne kadar öğrendiklerimi neden öğrendiğim sorunsalı…Yağmur yağdığında neden gözlerim bomboş ve garip bir duyguyla bakıyor…Neden bunları yazıyorum ve yazmama neden olan neden, neden var? Aslında ironik olan bilmemek istediğini de bilerek ve açıkça söylemek…Bilmediğim şeyler ise mutluluk veriyor…
Sonbahar neden var? Bana bu duyguları yaşatmak için mi? Veya mevsimler? Pazartesi’den sonra neden Cumartesi gelmiyor? Öyle olsa daha güzel olmaz mıydı? Hafta üç günden oluşsa…Pazartesi Cumartesi ve Pazar…Aradaki yitik günler sonsuza kadar ortadan kalksa, öyle bir yokluk oluşsa ki olmayan şeyler de bir daha olmak için uğraşmasa…Hem bir de saatler var, her gün kurulu garip bir düzen…
Bunların en karmaşık olanı zaman...
En çok emanet edildiğim şey zamandır diyorum kendime…Beni ben yapmıyor ama bana yardım ediyor ve zaman zaman o rahatladığımı hissettiğim günleri sunuyor bana…Her ne kadar çok düşündüğüm saatler benim gibi ona emanet olsa da arada beni unutmuyor arada sağolsun…
Bu kadar büyük bir dünyada kendimi bulmam gerektiğini düşünmüyorum…Zaten çoğu şeyi düşündürten şu saatlerin beni yorduğunu anımsıyorum ister istemez…Ben onları rahat bıraktığımda ise onlar beni alıp götürüyor hızlıca…Serin ve daha da serin olacak, serildiğim yere…

Falan



Aynanın yansımasından saate baktığımda vaktin çok geç olmadığını anlamış gibi yaptım…Ne için olduğunu anlamadığım hayatın zamanla birebir ilişkisini biliyordum…Bunlar çok güzel uydurulmuş hikayelerden birisiydi zaten, üretilmiş…Çok iyi bildiğim bir diğer olgu ise zamanın ilerlediği gerçeğini idrak etmenin zorunluluğu ve bundan memnun olmadığımdı…Solgun solgun 'kendim' denilen şeye baktım, gözlerim akreple yelkovanı takip etmek istemeyecek kadar yorgundu, belki de zaman denilen çizginin büyük oğlu yıllar beni çoktan boş vermişti…Bir an şu saniyelerin atışını gösteren, hızlıca döngüsünü tamamlasa, yayından çıksa diye iç geçirdim…Birer birer ilerliyordu, bu yüzden zaman çizelgesinin kolda duranının hiçbir zaman yoldaşım olamadığını anımsadım…Kendimi şaşırtan soruları sormayı adet edinmiştim…“Bugün günlerden ne ki acaba?” diye sorduğumda “Salı olsa ne fark eder salak!” diye bir sesin bana seslendiğini duydum…Doğru ya Pazartesi’den sonra gelmesi olağan bir gün işte Salı…Hafif bir gülümsemeyi oluşturacak dudak hareketlerimi belirginleştirerek günün zaten Cumartesi olabileceği ‘sandıklarım listesi’nde başa oynardı…
Birisi gelse ‘saatlerce(!) orada dikilip duruyorsun aynanın karşısında’ dese 'hadi canım' deyip onaylardım ama bu benim dışımda gelişen bir olaydı…Bakış açısı her şeyin temelidir…Kendime bakış açım farklılaşsın diye burada olduğumu sanıyordum, en azından kendime olan inandırıcılığımı kaybetmemek de iyi bir başlangıç olabilirdi…
Mevsimlerin tenimle aynı tonlara sahip olduğu zamanlardan birindeydik sanırım…Bunu anlamak için soru sorabileceğim tek mecra kendi bedenimdi…Gerçi saçlar hiçbir şeyi belli etmezdi…Belki de ederdi…Elbette saçlarımdaki siyah düzensizlik tonumu hemen belirleyemezdi…Fikir vermesi açısından ellerimi içlerine attığımda 'neler yaptığının farkında mısın? Nesin sen? Nesin?' diye sorgulamaları yüksek tondan soran bir organın üst tabakasındaki dağınıklığın ta kendisi olduğunu bilmekle yetindim onların….Arada bir görünen beyazlar da yaşamdaki kontrastı bozmasın diye araya serpiştirilmişti…


Vakitsiz öten horozun başını keserlermiş, peki hiç oralı olmayan bir horoz nasıl olurdu? Umursamayan ama konuşmuş olması gereken bazen…İstemsizce düşünüşlerim beni bu ruh halinin ortağı yapmıştır hep…Başımın er geç kesileceğini hesaba katmadan saçlarımın ortasını ibik şekline büründürüp bakalım kendi çöplüğümde nasıl görünüyorum diye kendimle alay etmek istedim…Bunu yapmak belki yanlış olarak adlandırılsa bile sözün tabiatına uygun etmek gerekirdi…Kendi çöplüğüm ne kadar kirletilmiş olabilirdi? Burada bulunmaktan mı mutluydum yoksa mutsuzluğumdan mı? Birkaç şeyden emindim…Yaşamda ben istemesem bile bana tahsis edilmiş olandan…Bedenimin içinde mütemadiyen atan yerden, en çok kirletilen…Kolay kolay görünmez ama bilirsin ki ilerler birer birer…Fütursuzca sahiplenilen bu döngüyü, günden güne büyüyen kendi kirli dünyanı görürsün…
İç çekmek için arkamı dönüp biraz ilerlettim kendimi, yansıtandan…Bunun  zamansız olmasının sıradanlığını çok iyi bilirim, anlık gelişir esnemeni tutamadığın gibi… Kafanın içinde olup bitenler durulmadığında, kendini tümden dolaba kaldırmak mümkün değilken sessiz bir iç savaş başlar içinde…İç çekişlerin öncekileri aratmayacak kadar tanıdıktır, ritmin hızlanır, zembereğinin yerinden fırlamasını istercesine eşlik edersin ona…Bir kreşendo, sessizlik büyür içinde…
Hakikatlerin mi yanıtsız soruların mı seni bu noktaya getirir, bilemezsin…
Dönüp bakmak isterim böyle zamansız zamanlarda işte…
”Ne kadar çok gittiler senden be” diyen kendime…
Soru olmayan bir soruyla