İnsanlar düşüncelerinde önyargılı ve bir o kadar da ham…Hızlı tüketen varlıklar olmamızdan önce de durum böyle miydi acaba…Bu en boktan bir konu olsa bile sorgulamadan karar verip ,o konu hakkındaki yargımızı anında belirtmeyi, bir şeyi yüceltmeyi veya yerin dibine sokmayı çok seviyoruz…Bunu yaparken de küstahız…Görünürde alıp veremediğimiz şeyler olmasa bile sanki öyleymişiz gibi davranmak hoşumuza gidiyor sanırım…Eleştirmekte zorlanmazken , kafa yormakta ise aynı özveriyi(!) göstermiyoruz…Bu oldukça ironik…İnsanlara bir şeyi anlatmaya çok vaktimiz olduğu halde onların bizi dinlemeyeceğini düşünerek belki de bunu yapmaktan vazgeçiyoruz…Kendimi bu konuda kısıtlamadığım zamanlarda bazen çok konuştuğum söylenebilir…Evet , insanlar duymak istemedikleri şeyleri onlara söyleyen insanları sevmezler ve onların bir an önce susmasını , böylece ruhen rahatlayacaklarını düşünürler…
Kimin neyi sevip sevmediği gerçekten çok umrumda değil…Kafama takılan şey insanların önceliklerini veya beğenilerini belirlerken,bunlara ulaşırken izledikleri yöntem…Aslında bu kadar çok 'çabaladıklarını' da sanmıyorum bu tür insanların…Sevmediği bir sanatçıyı veya parçayı hayatında bir kere bile dinlememiş insanları anlamak çok güç…Acaba birinin bir şeyden hoşlanmamak için onun ismini duyması bile yeterli oluyor mu ? Burada toplumun olumsuz yönde bu kişileri etkilediği söylenebilir…Genel yargılar en az önyargılar kadar kötü…İkisi de aynı şey bence…”X” insan ortaya bir şey atar ve görevini tamamlar ; geriye sadece bu basmakalıp düşünceyi biçimlendirmek kalır…Bunu da çevrendeki insanlar yapar…Zaten içi boş bir şeyi nasıl dolu gibi gösterebilirsin ki başka ? Evet utanmadan bunu yaparlar ve sen de sıkıla sıkıla bunları izlersin…
Başka şeylere bok atmak yeri gelir kendi beğendiklerinin en saf koruyucusu haline gelir…Bunu benimsersin çevrendekilere benimsetirsin…Gocunmazsın ki buna gerek yoktur…Aklının ucuna bile gelmez…Çünkü bazıları sadece bu şekilde var olur...
İnsanlara , tutup neden bunu beğenmiyorsun diye sormak bazen gereksiz olabiliyor…Ben o konu hakkında “tamam eyvallah” demeden önceki soru cevap kısmı ilgilendiriyor beni asıl…Beğenmek zor, beğenmemek ise çok kolay…Birisine "Y" sanatçıyı neden beğenmediğini soruyorum ve kendi beğenisinden yola çıkarak(yani öncesinde ‘tamamen’ dinleyip , kendi zevkine uyup uymadığına karar vererek) değil de herkesin söylediği sıkıcı sözlerle yanıtlıyor beni…Ondan sonra çoğu zaman içimden ‘lanet olsun’ diyorum , keşke sormasaydım da beklentilerim yine boşa çıkmasaydı…
Sevgili Hakan Altun’un hiç tarzım olmasa bile bazı parçalarını severim…Bu adamın Türkiye’nin en çirkin adamlarından biri seçilip , sesine veya aldığı şan eğitimine bakılmadığını görünce gülüyorum…Sırf bu sebepten bu adamın popüler olmadığı söylenebilir…Aynı şey birçok sanatçı için de geçerli…Soner Sarıkabadayı ilk çıktığında , tipine , giydiklerine ve 'soyadına' bakıldı…Zaten bir müzisyenin veya şarkıcının en önemli şeyi soyadıdır değil mi? İlk olarak tek bir şarkı ve 1 TL’den sattığı albüm vardı bu adamın “Buz” diye ve çok farklı geldiği için dinleyip beğenmiştim…Aydilge çıktığında merak edip(evet kimileri bu zahmeti bile göstermiyor) dinleyip beğendim…Beğenmediğim birçok şarkıyı da öncesinde dinledim…Fakat diskografiler dinleyen , güya müziğin her bir bokunu bilen insanlar yorum yapmaya gelince bu yeteneklerini(!) sergileyemiyorlar nedense…Birisine soyadı ne garip diyor , öbürüne suratı iğrenç diyor , bir diğerine bu sesle rock değil türkü söyler anca diyor…
Evet arabesk veya bir başka tür senin tarzın olmayabilir ; ama bu onlara bok atma hakkını vermiyor sana…Onu dinleyen adam ondan zevk alıyor ve o kültürü yaşıyor…O insanlar da senin dinlediğin şeyden zevk almıyor…Evet bazı şeyleri beğenmiyorsun…Bu onlarla aynı şeyleri hissetmediğin için oluyor…Bu , sadece şarkılar için değil kitaplar ,diziler, filmler için de geçerli…
Şimdilerde önyargılı davranmak çok kolay…Bir söz söyleyip arkasında durmamak da kolay…Bu garip insanları anlamak ise çok zor…
Altun
Yaftalar:
aydilge,
beğeni,
beğenmemek,
buz,
garip,
hakan altun,
insanlar,
müzisyen,
önyargı,
soner sarıkabadayı,
şan eğitimi,
şarkıcı,
toplum
Bardus
Görüşmek için zar zor zaman bulabildiğim , aslında bana ayıracak bol bol zamanı olduğunu düşündüğüm kişiyle karşılıklı oturduk ve konuşmaya başlamadan önce eğri oturup doğru konuşma pozisyonunu aldık…İlk sözü söylemek her zaman zordur… … "Nasılsın?" belki de cevabı anında verilebilecek bir soruyken , o ana kadar olan bütün olayları ve ondan sonra nasıl hissedildiğini anlattığı için sorulması zordur… "Merhaba" ise nedense samimi gelmez bana…Çoğu zaman alakasız bir sözle konunun açılmasını takdir etmişimdir…
Sigara yakmasına izin vermeden önce göz ucumla bakıp konuşmasını bekledim…Onu izlediğimi bilerek eliyle masanın üzerinde bir şeyler aramaya başladı ve gözlerini ışığa dikti…Yukarı bakıp sanki oradan cevap beklermiş gibi yaptı daha sonra gözlerini kapatıp : “ışığı kapatsan daha iyi olacak” dedi…Kalktım ve ışığı kapattım bu sırada eli çoktan bir dal sigarasına gitmişti…Geri döndüğümde odayı tek aydınlatan silüetini duman içinde bırakan sigarasıydı…”Blöf yapmaya bayılıyorsun değil mi ?“ diye sordum…Sürprizleri kendisinin icat ettiğini iddia etti ve suçlanmasının doğru olmadığını savundu…”Neden” sorusunu birbirimize sormayı ikimiz de çok severdik…İlk kimin soracağı , kuyuya atılan taşla eşdeğerdi…Neden onunla konuşmak istediğimi öğrenmek istiyordu belki de ama sormasına da gerek yoktu…Zira az önce konuşmaya başladığımızda anlatmasını isteyeceğim konuları kafasında birbir düşünmüştü önceden…Zekiydi…Düşünceli olduğunda dişleriyle dudaklarını ısırır ya da parmaklarını saçlarının arasına götürürdü…Baktı ve konuşmayı bana bırakıp kendini 'çok diyeceği varmış konumu'na soktu…Bunu seviyordu zaten…
"Neden?" diye sordum…”Neden bazen kendinle konuşmak varken , uzak duruyorsun , arkana bakmadan yürümek hoşuna gidiyor ve birilerinin gelip sana bunları demesine ihtiyaç duyuyorsun?” “Dışarıdan öyle mi görünüyorum” diye cevapladı…Verdiği yanıt,içinde mantık aranmasına izin vermiyordu…Şimdi gayet eğlenmiş görünüyordu ve koyu bir kahkaha attı…”Aslında” dedi söze başlarken heyecanlanmış hissi vermeye bayılırdı “Onları merak ediyorum…Birilerinin seninle ilgili atıp tutması eğlenceli…Bu aslında seni 'kendini bilmemekle' itham etmektir…Kendime baktığımda sıradan bir insanı görüyorum…'Önemli olan seni nasıl görmek istedikleri' değil mi zaten?“ Biraz duraksadı ve konuşmaya başlayınca susmayan halini takındı “Bunu gerçekten merak ediyor musun bilmem ama bana sorduğun sorulardan daha fazlasını kendime sordum ve yanıtladım…Neden arkama bakmadığımı , neden arkamda bıraktığıma sormuyorsun?” Soruma bu denli cevap verilebileceğini önceden kestirememiştim…Hayıflanmamın önemi yoktu ve karşımdaki kişi de bunu biliyordu “Boşver" dedi…"Saçmalıyorum…Her ne zaman birilerine bir şey desem akıllarını okuduklarımı zannedip kaçıyorlar…Bu benim kendi içsel sorgulamam…Kendine sunduğun hediyelerle kendi aklını çelmeye çalışmak boşuna…Kendini kandıramazsın , dünya bana bunu öğretti…İnsanlar konuşur , yaşarlar , sustuklarında da yaşarlar…” “Farkında mısın?” diye sordum ; neyi kastettiğimi ben de bilmiyordum…”Olan biteni , hayatı sen kendin yaşayınca farkındasındır…İnsanlara dünya senin etrafında dönüyormuş hissini verdikçe seni sevmezler…Saçmalarsın , bunu yapmaya devam edersin ve insanların seni düzeltmek için verdikleri savaşı görürsün…Eğlenirsin…Her biri seni değiştirmeye çalışır…Bunun uğrunda binlercesi belki milyonlarcası kaçıyor kendinden görmüyor musun?” Bir süre konuşmadık , sigara bittiği için karanlıkta oturup düşüncelere dalmıştık ikimiz de…”Biliyor musun , onları takdir ediyorum , böylesine bir çabayı kendim gösteremediğim için belki de…Hakkımda düşündüklerini çok umursamamayı öğrendim…Herkesi ve kendimi olduğum gibi kabul etmek bana en güzel gelen şey…” Karanlıkta gözlerimi seçebildiğini hissettim…”Çünkü bazen yaşamayı seviyorum” dedi ve ışığı açıp gitti…
Sigara yakmasına izin vermeden önce göz ucumla bakıp konuşmasını bekledim…Onu izlediğimi bilerek eliyle masanın üzerinde bir şeyler aramaya başladı ve gözlerini ışığa dikti…Yukarı bakıp sanki oradan cevap beklermiş gibi yaptı daha sonra gözlerini kapatıp : “ışığı kapatsan daha iyi olacak” dedi…Kalktım ve ışığı kapattım bu sırada eli çoktan bir dal sigarasına gitmişti…Geri döndüğümde odayı tek aydınlatan silüetini duman içinde bırakan sigarasıydı…”Blöf yapmaya bayılıyorsun değil mi ?“ diye sordum…Sürprizleri kendisinin icat ettiğini iddia etti ve suçlanmasının doğru olmadığını savundu…”Neden” sorusunu birbirimize sormayı ikimiz de çok severdik…İlk kimin soracağı , kuyuya atılan taşla eşdeğerdi…Neden onunla konuşmak istediğimi öğrenmek istiyordu belki de ama sormasına da gerek yoktu…Zira az önce konuşmaya başladığımızda anlatmasını isteyeceğim konuları kafasında birbir düşünmüştü önceden…Zekiydi…Düşünceli olduğunda dişleriyle dudaklarını ısırır ya da parmaklarını saçlarının arasına götürürdü…Baktı ve konuşmayı bana bırakıp kendini 'çok diyeceği varmış konumu'na soktu…Bunu seviyordu zaten…
"Neden?" diye sordum…”Neden bazen kendinle konuşmak varken , uzak duruyorsun , arkana bakmadan yürümek hoşuna gidiyor ve birilerinin gelip sana bunları demesine ihtiyaç duyuyorsun?” “Dışarıdan öyle mi görünüyorum” diye cevapladı…Verdiği yanıt,içinde mantık aranmasına izin vermiyordu…Şimdi gayet eğlenmiş görünüyordu ve koyu bir kahkaha attı…”Aslında” dedi söze başlarken heyecanlanmış hissi vermeye bayılırdı “Onları merak ediyorum…Birilerinin seninle ilgili atıp tutması eğlenceli…Bu aslında seni 'kendini bilmemekle' itham etmektir…Kendime baktığımda sıradan bir insanı görüyorum…'Önemli olan seni nasıl görmek istedikleri' değil mi zaten?“ Biraz duraksadı ve konuşmaya başlayınca susmayan halini takındı “Bunu gerçekten merak ediyor musun bilmem ama bana sorduğun sorulardan daha fazlasını kendime sordum ve yanıtladım…Neden arkama bakmadığımı , neden arkamda bıraktığıma sormuyorsun?” Soruma bu denli cevap verilebileceğini önceden kestirememiştim…Hayıflanmamın önemi yoktu ve karşımdaki kişi de bunu biliyordu “Boşver" dedi…"Saçmalıyorum…Her ne zaman birilerine bir şey desem akıllarını okuduklarımı zannedip kaçıyorlar…Bu benim kendi içsel sorgulamam…Kendine sunduğun hediyelerle kendi aklını çelmeye çalışmak boşuna…Kendini kandıramazsın , dünya bana bunu öğretti…İnsanlar konuşur , yaşarlar , sustuklarında da yaşarlar…” “Farkında mısın?” diye sordum ; neyi kastettiğimi ben de bilmiyordum…”Olan biteni , hayatı sen kendin yaşayınca farkındasındır…İnsanlara dünya senin etrafında dönüyormuş hissini verdikçe seni sevmezler…Saçmalarsın , bunu yapmaya devam edersin ve insanların seni düzeltmek için verdikleri savaşı görürsün…Eğlenirsin…Her biri seni değiştirmeye çalışır…Bunun uğrunda binlercesi belki milyonlarcası kaçıyor kendinden görmüyor musun?” Bir süre konuşmadık , sigara bittiği için karanlıkta oturup düşüncelere dalmıştık ikimiz de…”Biliyor musun , onları takdir ediyorum , böylesine bir çabayı kendim gösteremediğim için belki de…Hakkımda düşündüklerini çok umursamamayı öğrendim…Herkesi ve kendimi olduğum gibi kabul etmek bana en güzel gelen şey…” Karanlıkta gözlerimi seçebildiğini hissettim…”Çünkü bazen yaşamayı seviyorum” dedi ve ışığı açıp gitti…
Yaftalar:
kendi,
neden,
saçmalamak,
sigara,
sormak
Acedia
Banane dedim…İçten içe yozlaşan dünyanın içinde , kendimi biraz olsun 'alıkoymak' çok göze batmaz diye düşündüm…Sahi öyleydi…Hep öyleydi zaten…Çok hızlı olduğu söylenen dünyada , sadece beynimin hızlı çalıştığını bilmek beni bir bakıma rahatlatıyordu…Aslında bu, tam tersi bir etkiyle hareketlerime yansıyordu…İki adım aralıklarla atmadığım her adımda , bendeki aceleciliğe sahip olmayan birtakım insanları aklıma getiriyorum…Çoğu zaman bütün eforumu buna harcadığımı söyleyebilirim…Bir adım fazladan atmamak , beni yavaşlatacak ve düşüncelerime yön vermekte işe yarayacaktı…Beynimi çalıştıracak ve beni amacıma ulaştırmadan önceki düşüncemle buluşturacaktı…Erinmeliyim…Hem de hiç olmadığı kadar…
Bütün bunları üç gün önceden düşünmekle , üç gün sonra bunu yürürlüğe koymak arasında pek bir fark yok…Geçen zaman zaten seni yormakta yeterli…Bütün mesele seni buna iten sebebin kendisiyle yüzleşmek…Korkarım ki , bunu ben çok yaptım ve sonucu kendi lehime çevirip bunu içselleştirince biraz daha rahatladım…Bu aynı , söyleyeceğin bir şeyi unutup , beyninin tembelliğine kızmanın ardından , istesen de sonuca ulaşamayacağını anlayıp ,'tümden koyvermenin verdiği mutluluk hissi'ne benzer…Kimileriniz buna karşı çıkacaktır…Aslında hiç üşenmeyip , çabaladığı şeyin ardından çok koştuğunu iddia edecektir…Bunun su götürmez yegane sonucunun , kendilerini hırpalamanın onları bir yere getirmediği gerçeği olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim…İnsanlar , kendi içsel çırpınışlarını gizlemektense bunu diğer insanlara göstermeye heveslidir…Bu 'yanıltıcıdır'…Aslında bir kelebek kadar zarif uçabilecekken , bile bile kanatlarına ağır yükler takarlar…Söyleceğini unutursun ama bu noktada kendine kızmak nafiledir…Övündüğün şeyi suçlamak mümkün olmayan bir şeydir ve birden bire yabancılaştığın aklına mağlup olman gerekir…En küçük zaferler böyle kazanılır…Akıntıya karşı kürek çekmeyi bırakıp alabora olsan bile boğulmazsın…Rüyanda gerçekten ölmediğin gibi…Sonra aklına gelir zaten ne söyleyeceğin…
Neysen “o”sundur aslında…Ne olmak istediğin ; ne olmaya çalışmadığındır…Kendini biraz olsun tanırsın zaten…Sonra biraz sırıtırsın , sana ne olduğunu söylemeye çalıştıklarında…Somurttuğun zamanlarda ise kendinle ilgili kabul edemediğin şeyler vardır…Bunu düzeltmek için çok çabalamana gerek yoktur…Cevap içinde gizlidir…Bu , fazla uzağa gitmiş olamaz , aynı oda içinde nereye kaybolabilir ki dediğin şeyleri ,daha önceden bulunduğun yerleri sırayla gezerek sonunda bulmak gibidir…Gülümsemek kızmak kadar kolaydır…Bunu başardığında zaten kendine kahkahalarla gülersin ve kendinle alay edersin…
Aradığın numaraya o anda ulaşılamaz…”Lütfen” deyip sanki yüreklendirilmeye ihtiyacın varmış gibi daha sonra tekrar denersin…Aslında bilirsin , bir saniye önce aradığın numaranın saniyeler içinde tekrar ulaşılabilir olmayacağını…Sonra beklemediğin anda ulaşılan 'sen' olursun…Daha sonra tekrar 'denememeyi' zamanla öğrenirsin…Bu küçük ama mutluluk veren bir şeydir…
Sonra bir de kolunu kaldıracak hali olmayan ama bunu söylemekten de geri kalmayan insanları düşünürsün…Yapmak istediklerini illaki geçerli bir nedene dayandırmanın zorunluluğunu, yapmacık bir şekilde sergilemelerini izlersin…Paha biçilemez(!) oyunculukların sahnelendiği bu yerde onları yalandan alkışlamaya bile üşenirsin…
Tüm bu tabloyu boş gözlerle izlemek ve buna anlam yüklemek zordur…Kendini bıraktığın anda ise her şey daha kolay gelmeye başlar…Bir süre sonra , hareketlerin yavaşlar ve göze batmaz…Aceleci olmazsın ve kendini alıkoyarsın…Sorgulamadan, istediğini düşünür ve yaşarsın en 'gizli' kendinle…Uyumadan önce...Sanane dersin…
Bütün bunları üç gün önceden düşünmekle , üç gün sonra bunu yürürlüğe koymak arasında pek bir fark yok…Geçen zaman zaten seni yormakta yeterli…Bütün mesele seni buna iten sebebin kendisiyle yüzleşmek…Korkarım ki , bunu ben çok yaptım ve sonucu kendi lehime çevirip bunu içselleştirince biraz daha rahatladım…Bu aynı , söyleyeceğin bir şeyi unutup , beyninin tembelliğine kızmanın ardından , istesen de sonuca ulaşamayacağını anlayıp ,'tümden koyvermenin verdiği mutluluk hissi'ne benzer…Kimileriniz buna karşı çıkacaktır…Aslında hiç üşenmeyip , çabaladığı şeyin ardından çok koştuğunu iddia edecektir…Bunun su götürmez yegane sonucunun , kendilerini hırpalamanın onları bir yere getirmediği gerçeği olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim…İnsanlar , kendi içsel çırpınışlarını gizlemektense bunu diğer insanlara göstermeye heveslidir…Bu 'yanıltıcıdır'…Aslında bir kelebek kadar zarif uçabilecekken , bile bile kanatlarına ağır yükler takarlar…Söyleceğini unutursun ama bu noktada kendine kızmak nafiledir…Övündüğün şeyi suçlamak mümkün olmayan bir şeydir ve birden bire yabancılaştığın aklına mağlup olman gerekir…En küçük zaferler böyle kazanılır…Akıntıya karşı kürek çekmeyi bırakıp alabora olsan bile boğulmazsın…Rüyanda gerçekten ölmediğin gibi…Sonra aklına gelir zaten ne söyleyeceğin…
Neysen “o”sundur aslında…Ne olmak istediğin ; ne olmaya çalışmadığındır…Kendini biraz olsun tanırsın zaten…Sonra biraz sırıtırsın , sana ne olduğunu söylemeye çalıştıklarında…Somurttuğun zamanlarda ise kendinle ilgili kabul edemediğin şeyler vardır…Bunu düzeltmek için çok çabalamana gerek yoktur…Cevap içinde gizlidir…Bu , fazla uzağa gitmiş olamaz , aynı oda içinde nereye kaybolabilir ki dediğin şeyleri ,daha önceden bulunduğun yerleri sırayla gezerek sonunda bulmak gibidir…Gülümsemek kızmak kadar kolaydır…Bunu başardığında zaten kendine kahkahalarla gülersin ve kendinle alay edersin…
Aradığın numaraya o anda ulaşılamaz…”Lütfen” deyip sanki yüreklendirilmeye ihtiyacın varmış gibi daha sonra tekrar denersin…Aslında bilirsin , bir saniye önce aradığın numaranın saniyeler içinde tekrar ulaşılabilir olmayacağını…Sonra beklemediğin anda ulaşılan 'sen' olursun…Daha sonra tekrar 'denememeyi' zamanla öğrenirsin…Bu küçük ama mutluluk veren bir şeydir…
Sonra bir de kolunu kaldıracak hali olmayan ama bunu söylemekten de geri kalmayan insanları düşünürsün…Yapmak istediklerini illaki geçerli bir nedene dayandırmanın zorunluluğunu, yapmacık bir şekilde sergilemelerini izlersin…Paha biçilemez(!) oyunculukların sahnelendiği bu yerde onları yalandan alkışlamaya bile üşenirsin…
Tüm bu tabloyu boş gözlerle izlemek ve buna anlam yüklemek zordur…Kendini bıraktığın anda ise her şey daha kolay gelmeye başlar…Bir süre sonra , hareketlerin yavaşlar ve göze batmaz…Aceleci olmazsın ve kendini alıkoyarsın…Sorgulamadan, istediğini düşünür ve yaşarsın en 'gizli' kendinle…Uyumadan önce...Sanane dersin…
Yaftalar:
tembellik
Sempatik Değilim...
Bu "Komagene çiğköfteyi" filan hadi biraz anlıyorum da "Etiler Marmaris"i hiç anlamıyorum…Aslına bakarsanız bunu pek bir araştırdığımı söyleyemem ama , takıldığım nokta buna niçin 'Marmaris' dendiği…Yani böyle soğuk sandviçler , burgerlar , kaşarlı bilmem neler olunca bunların satıldığı yerin adı direk 'Marmaris' veya 'Marmaris büfe' mi oluyor? Marmaris’te çok mu satılıyor bunlar ? İstanbul’da falan ben çok görüyorum bu yerleri ve bir kere bile gidip de yediğim olmadı burada...
Buna benzer bir durum kumru , Ayvalık tostu , yengen yapan yerler için de geçerli sanıyorum…Kıyasıya bir kapışma var ; en güzel kumrunun 'X' yerde yapıldığına dair…Yani tamam İzmir’e özgü bir şey diye biliyorum ben de ama herkes ; İzmir dışında olan yerler bile en iyi kumruyu kendilerinin yaptığını söylüyorlar…"Kumru" da "yengen" gibi bir yiyeceğe verilmiş olan en garip isimlerden birisi…Ama kendilerini çok sevdiğimi söyleyebilirim…Her ne kadar sosisi çok sevmesem de tatlar karışınca güzel oluyor…"Dil peyniri" de niye dil peyniri bilmiyorum ; hiç estetik bir isme de sahip değil ama n’apalım…
Havaların soğumasıyla birlikte , artık "yarı kış yarı yaz giyinen insanlar"ın popülasyonunda ciddi bir azalma oldu…Okulda ve çevremde bu demografik yapıyı gözlemlediğim için mutluyum…Zaten anlamıyorum üzerine kaban vari bir şey giyip altına da şort giyen insanları…Hava zaten olmuş 10 derece filan , hala böyle insanlar görülüyor ender de olsa…Bu insanları ayrı bir başlık altında incelemek gerekir elbette ama o kadar uzun uzadıya anlatamayacağım…Evet çok ukalayım…
Sevgili "Havaş"a birtakım sözler hazırladım, son gördüğüm reklamları nedeniyle…”Milyonlarca farklı yolcuyu ve hep aynı heyecanı taşıdık.” diyor reklamda… Açıkcası burada verilmek istenen mesaj nedir diye düşündüm ben,çabaladım…Sadece havalimanına gitmek için binilen bir aracın sahibi şirketin kişiselleştirilerek bir heyecan taşıdığını zannetmesi biraz garip geliyor bana…Hangi heyecanı taşıyorlar? Hadi uçağa ilk kez binecek olanların heyecanını paylaştığını filan varsayalım, bunu anlarım ama onların sayısı da o kadar çok değildir…Havaşla gittiğim zaman bende bir heyecan olmuyor…Onun dışında milyonlarca farklı yolcu tabiri ise biraz fazla gibi geliyor bana…Bilemiyorum…
Televizyon dünyasında artık yarışmaların daha doğrusu jürili yarışmaların cılkı çıktı…Herhangi bir konuda güya uzman kişilerin jüri olup (3 kişi yeterli) , beğenileri doğrultusunda birilerini eleyip diğerlerini seçmeleri bana mantıklı gelmiyor pek…Bir de her şeyin jürisi çıktı...Yeteneğin,sesin,sıçmanın...Bu tür yarışmalara katılan insanların da kendi başarısını , yeteneğini göstereceği yer burası olmamalı diye düşünüyorum…Bu insanların hem yetenekli değilken bu yeteneğini(!) kendine saklaması hem de gerçekten yetenekli ise bunu başka mecralarda kullanması gerektiğini düşünüyorum…Gidip kitap yazabilir , albüm yapabilir veya evde amuda kalkabilirsin kardeşim ne bileyim…
Ev ortamında başarıyı bulduğunu söyleyen Jose Mourinho’nun oynadığı reklam için kaç para aldığını bilmiyorum ama o kadar parayı ben de alsam çıkar reklama böyle konuşurum…Şaka bir yana kendisi sevdiğim bir insandır ve reklamın dışında ortaya konulan evde huzur bulma fikri benim de kafama yatan bir şey…Evet insan evdeyken , dış dünyanın iğrençliklerinden uzak kalabiliyor ve güzel oluyor…Biraz da paran olacak tabii ki…Evde parayla ne yapılır demeyin , eve sipariş verebilirsin..Evet Jose Mourinho eminim öyle yapıyordur...Evet ikimiz de ukalayız…
Son olarak Ankara’da Öveçler semtine doğru giderken dolmuşta sürekli gözüme takılan bir alan var…Burası sanırım yıllardır herhangi bir konut , park gibi bir şeyle değerlendirilmemiş hala da öyle…Nedenini bilmiyorum ama böyle gayet futbol sahası büyüklüğünde bir yer bomboş…Ben burada in ve cinin top oynadığını düşünüyorum…O da olmazsa o alanın uzaylılara tahsis edilmesi yönünde güçlü isteklerim var…Evet olabilir bu…Neden olmasın…
Buna benzer bir durum kumru , Ayvalık tostu , yengen yapan yerler için de geçerli sanıyorum…Kıyasıya bir kapışma var ; en güzel kumrunun 'X' yerde yapıldığına dair…Yani tamam İzmir’e özgü bir şey diye biliyorum ben de ama herkes ; İzmir dışında olan yerler bile en iyi kumruyu kendilerinin yaptığını söylüyorlar…"Kumru" da "yengen" gibi bir yiyeceğe verilmiş olan en garip isimlerden birisi…Ama kendilerini çok sevdiğimi söyleyebilirim…Her ne kadar sosisi çok sevmesem de tatlar karışınca güzel oluyor…"Dil peyniri" de niye dil peyniri bilmiyorum ; hiç estetik bir isme de sahip değil ama n’apalım…
Havaların soğumasıyla birlikte , artık "yarı kış yarı yaz giyinen insanlar"ın popülasyonunda ciddi bir azalma oldu…Okulda ve çevremde bu demografik yapıyı gözlemlediğim için mutluyum…Zaten anlamıyorum üzerine kaban vari bir şey giyip altına da şort giyen insanları…Hava zaten olmuş 10 derece filan , hala böyle insanlar görülüyor ender de olsa…Bu insanları ayrı bir başlık altında incelemek gerekir elbette ama o kadar uzun uzadıya anlatamayacağım…Evet çok ukalayım…
Sevgili "Havaş"a birtakım sözler hazırladım, son gördüğüm reklamları nedeniyle…”Milyonlarca farklı yolcuyu ve hep aynı heyecanı taşıdık.” diyor reklamda… Açıkcası burada verilmek istenen mesaj nedir diye düşündüm ben,çabaladım…Sadece havalimanına gitmek için binilen bir aracın sahibi şirketin kişiselleştirilerek bir heyecan taşıdığını zannetmesi biraz garip geliyor bana…Hangi heyecanı taşıyorlar? Hadi uçağa ilk kez binecek olanların heyecanını paylaştığını filan varsayalım, bunu anlarım ama onların sayısı da o kadar çok değildir…Havaşla gittiğim zaman bende bir heyecan olmuyor…Onun dışında milyonlarca farklı yolcu tabiri ise biraz fazla gibi geliyor bana…Bilemiyorum…
Televizyon dünyasında artık yarışmaların daha doğrusu jürili yarışmaların cılkı çıktı…Herhangi bir konuda güya uzman kişilerin jüri olup (3 kişi yeterli) , beğenileri doğrultusunda birilerini eleyip diğerlerini seçmeleri bana mantıklı gelmiyor pek…Bir de her şeyin jürisi çıktı...Yeteneğin,sesin,sıçmanın...Bu tür yarışmalara katılan insanların da kendi başarısını , yeteneğini göstereceği yer burası olmamalı diye düşünüyorum…Bu insanların hem yetenekli değilken bu yeteneğini(!) kendine saklaması hem de gerçekten yetenekli ise bunu başka mecralarda kullanması gerektiğini düşünüyorum…Gidip kitap yazabilir , albüm yapabilir veya evde amuda kalkabilirsin kardeşim ne bileyim…
Ev ortamında başarıyı bulduğunu söyleyen Jose Mourinho’nun oynadığı reklam için kaç para aldığını bilmiyorum ama o kadar parayı ben de alsam çıkar reklama böyle konuşurum…Şaka bir yana kendisi sevdiğim bir insandır ve reklamın dışında ortaya konulan evde huzur bulma fikri benim de kafama yatan bir şey…Evet insan evdeyken , dış dünyanın iğrençliklerinden uzak kalabiliyor ve güzel oluyor…Biraz da paran olacak tabii ki…Evde parayla ne yapılır demeyin , eve sipariş verebilirsin..Evet Jose Mourinho eminim öyle yapıyordur...Evet ikimiz de ukalayız…
Son olarak Ankara’da Öveçler semtine doğru giderken dolmuşta sürekli gözüme takılan bir alan var…Burası sanırım yıllardır herhangi bir konut , park gibi bir şeyle değerlendirilmemiş hala da öyle…Nedenini bilmiyorum ama böyle gayet futbol sahası büyüklüğünde bir yer bomboş…Ben burada in ve cinin top oynadığını düşünüyorum…O da olmazsa o alanın uzaylılara tahsis edilmesi yönünde güçlü isteklerim var…Evet olabilir bu…Neden olmasın…
Yaftalar:
Ayvalık tostu,
Etiler Marmaris,
evde huzur,
giysi,
hava,
Havaş,
İstanbul,
İzmir,
Jose Mourinho,
jüri,
Komagene,
kumru,
Öveçler,
soğuk sandviç,
yengen,
yetenek
Sempatik Değilim...
Sevgili kadınlar…Sizde kalıtsal olarak geliştiğinden şüphelendiğim-'iki elle kendini serinletmeye çalışma hareketnin bir diğer versiyonu olan- bir hareket daha var…Bunu neden yaptığınızı bilmiyorum ,zaten buna değinmemin nedeni de artık bunu görmekten bıkmış olmam…'Yanınızdaki erkek şahsa elinizde tuttuğunuz herhangi bir cisimle vuruyormuş gibi yapma hareketiniz'den bahsediyorum tabii ki(bir sonraki aşama ise gerçekten vurma)…En popüler kullanılan cisimler ise 'gazete , dergi vb.' ve 'çanta' sanırım…Bunu bize niye yapıyorsunuz anlamıyorum…Bu bir cezalandırma yöntemi mi veya bir nevi erkeği yola getirmeye çalışma girişimi mi? (Buna gerçekten ihtiyaç var mı ?) … Tamam diyorum yapıyorlar önemli değil ,ama bizim size aynı şekilde vurmaya çalıştığımızı düşünün bir de ? Ne kadar anlamsız değil mi ?
“Fark etmez”…Seçenekli sunulan bir soruya verilen bu belirsiz yanıtın günlük yaşamdaki yansıması çok ilginç…Bazı insanlar tarafından bunun insanları çözmeye çalışmakta kullanıldığını görünce sıkılıyorum…Daha doğrusu iki grup insan var : bunlardan birincisi soruya “fark etmez” diye cevap verenler ve diğeri de “bu fark etmez diyen insanları da anlamıyorum” diyen insanlar…Bu insanlara göre “fark etmez” diyen insanlar , ne istediğini bilmeyen ve illaki bir şıkkı seçmesi gereken insanlar…Bu biraz bana emrivaki bir durummuş gibi geliyor…Belki de adam çekimser olmayı seviyor veya her iki seçeneği de değerlendirmek istiyor…Kola mı çay mı ? Belki de ben önce çay içip üstüne de kola içmek istiyorum…Olamaz mı ? Ukalayım…Evet fark etmez…
Hayvanları yemek konusunda elimde olmayan besin zinciri formalitelerine karşı pek de söz söyleyemem…Ama şu da var ki yaşamak için yemek değil ; yemek için yaşayanlardan birisi sayılırım…Bazen bir hayvanı yerken içinde bulunduğum durumu garipsiyorum…Bir tavuğu yiyorsun veya bir balığı…O bir canlı ve öldükten sonra onun parçalarını yiyorsun…Elbette bunları yememeliyiz demiyorum ama yerken de garip hissediyorum…Birde bunların 'etinden sütünden yararlanma' gibi bir durum söz konusu…Bu benim anlamadığım ve sevmediğim bir tabir…Ben pek faydalandığımı zannetmiyorum…Çünkü gerçekten bir yarar sağladığımı düşünmüyorum…Evet…
Geçenlerde 'organik kıyafet gelmiştir' diye bir yazı gördüm de garip geldi…Nasıl yani organik ? Bizim giydiklerimiz inorganik mi ? Sanırım bu organik ayağına gelinen son noktalardan birisi de bu…Uzun bir soru-cevap diyaloğuna girmemek için mağazaya adımımı atmadım…Zaten 'organik kıyafet geldi' demişler , benim de üzerine herhangi bir şey demem saçma olur diye düşündüm…Giyen giyiyordur…Evet bazen çok inorganiğim…
Ankaray’da metro beklerken, daha ilerisine geçilmesi izin verilmeyen yasaklı bölgenin hemen yanındaki ne idüğü belirsiz 'dikdörtgen ayna'yı hep merak etmişimdir…Zaman zaman bu aynanın karşısına geçip kendime baktığım oldu…Amacını bilmiyordum ama bir rastlantı sonucu bunun ne işe yaradığını öğrendim…En öndeki vagonda bulunan makinistin bütün yolcuların binip binmediğini bu aynaya bakarak anladığını fark ettim…Bununla ilintili olarak ,zaten nasıl bütün yolcular bindiğinde kapıların otomatik olarak kapandığını da merak ediyordum böylece bu da çözümlenmiş oldu…İlginç…
Son olarak , satrancı çok seven bir insan olarak kabul edemediğim bir durum var…Gerek reklamlarda gerek bu oyunu çok bilmeyenler arasında 'şahı devirmek' gibi kendilerince eğlenceli ama bir o kadar da saçma bir ritüel var…Oyunun kurallarına göre , şahı almak veya devirmek söz konusu değil…Bunu yapan insanlar gerçekten şahı devirebildiğine inanıp satrancı güya eğlenceli hale getirdiklerini düşünüp zevk alıyor olabilirler ama bu görüntüden başka bir şey değil… Ayrıca satrancı sıkıcı bulan insanları da anlamıyorum ve sevmiyorum…Satrancı bilenler için oyun içinde şah-mat yapmaktan daha eğlenceli şeyler de vardır…Bunu bilmeyenlerin biraz 'kafa' yorması lazım sanırım…
“Fark etmez”…Seçenekli sunulan bir soruya verilen bu belirsiz yanıtın günlük yaşamdaki yansıması çok ilginç…Bazı insanlar tarafından bunun insanları çözmeye çalışmakta kullanıldığını görünce sıkılıyorum…Daha doğrusu iki grup insan var : bunlardan birincisi soruya “fark etmez” diye cevap verenler ve diğeri de “bu fark etmez diyen insanları da anlamıyorum” diyen insanlar…Bu insanlara göre “fark etmez” diyen insanlar , ne istediğini bilmeyen ve illaki bir şıkkı seçmesi gereken insanlar…Bu biraz bana emrivaki bir durummuş gibi geliyor…Belki de adam çekimser olmayı seviyor veya her iki seçeneği de değerlendirmek istiyor…Kola mı çay mı ? Belki de ben önce çay içip üstüne de kola içmek istiyorum…Olamaz mı ? Ukalayım…Evet fark etmez…
Hayvanları yemek konusunda elimde olmayan besin zinciri formalitelerine karşı pek de söz söyleyemem…Ama şu da var ki yaşamak için yemek değil ; yemek için yaşayanlardan birisi sayılırım…Bazen bir hayvanı yerken içinde bulunduğum durumu garipsiyorum…Bir tavuğu yiyorsun veya bir balığı…O bir canlı ve öldükten sonra onun parçalarını yiyorsun…Elbette bunları yememeliyiz demiyorum ama yerken de garip hissediyorum…Birde bunların 'etinden sütünden yararlanma' gibi bir durum söz konusu…Bu benim anlamadığım ve sevmediğim bir tabir…Ben pek faydalandığımı zannetmiyorum…Çünkü gerçekten bir yarar sağladığımı düşünmüyorum…Evet…
Geçenlerde 'organik kıyafet gelmiştir' diye bir yazı gördüm de garip geldi…Nasıl yani organik ? Bizim giydiklerimiz inorganik mi ? Sanırım bu organik ayağına gelinen son noktalardan birisi de bu…Uzun bir soru-cevap diyaloğuna girmemek için mağazaya adımımı atmadım…Zaten 'organik kıyafet geldi' demişler , benim de üzerine herhangi bir şey demem saçma olur diye düşündüm…Giyen giyiyordur…Evet bazen çok inorganiğim…
Ankaray’da metro beklerken, daha ilerisine geçilmesi izin verilmeyen yasaklı bölgenin hemen yanındaki ne idüğü belirsiz 'dikdörtgen ayna'yı hep merak etmişimdir…Zaman zaman bu aynanın karşısına geçip kendime baktığım oldu…Amacını bilmiyordum ama bir rastlantı sonucu bunun ne işe yaradığını öğrendim…En öndeki vagonda bulunan makinistin bütün yolcuların binip binmediğini bu aynaya bakarak anladığını fark ettim…Bununla ilintili olarak ,zaten nasıl bütün yolcular bindiğinde kapıların otomatik olarak kapandığını da merak ediyordum böylece bu da çözümlenmiş oldu…İlginç…
Son olarak , satrancı çok seven bir insan olarak kabul edemediğim bir durum var…Gerek reklamlarda gerek bu oyunu çok bilmeyenler arasında 'şahı devirmek' gibi kendilerince eğlenceli ama bir o kadar da saçma bir ritüel var…Oyunun kurallarına göre , şahı almak veya devirmek söz konusu değil…Bunu yapan insanlar gerçekten şahı devirebildiğine inanıp satrancı güya eğlenceli hale getirdiklerini düşünüp zevk alıyor olabilirler ama bu görüntüden başka bir şey değil… Ayrıca satrancı sıkıcı bulan insanları da anlamıyorum ve sevmiyorum…Satrancı bilenler için oyun içinde şah-mat yapmaktan daha eğlenceli şeyler de vardır…Bunu bilmeyenlerin biraz 'kafa' yorması lazım sanırım…
Yaftalar:
ankaray,
ayna,
erkekler,
fark etmez,
garipsemek,
hayvan,
kadın,
kadınların eşyayla vurması,
metro,
organik kıyafet,
satranç,
seçenek,
şah,
şahı devirmek,
yemek
Abyss
Vücudumun , aşağı doğru bakarsam yerçekimine göre en çok etkileneceği varsayılan kısmıyla dışarı baktım…Dirseklerimin biraz ilerisinde kendi resmini bırakmak isteyen pencere çerçevesinin plastik hezeyanını fark edip kollarımı oraya daha da çok bastırdım…Bir dizi hat bırakmak isteyen bu çerçeveyi çok düşünemezdim…Keşmekeş saçlarımın arasından bir şekilde yolunu bulup giren güneş ışınlarının beynimi ele geçirdiğini sandığım bir anda gözlerimi yaklaşık beş kat aşağıya diktiğimi hatırlıyorum…Pencereye sırtımı yaslayıp yukarı doğru bakmaya yeltenip bunu bile yapacak cesaretim olmadığını anlayınca ,buradan boşluğa atlamak nasıl bir histir diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım…Merakımı sigaramın son dumanını içime çekerek ertelemek için içeri kül tablasına doğru hamle yaptım…Aşağı atlamadığım için sevinmedim ; ama bunu düşünecek kadar vaktim olduğunu işaret eden yanan sigaramın , filtresine yakın beyaz kısmının varlığını koruyor olması beni sevindirdi…Bulunduğum yerin binanın temelini saymazsak beş kat yukarıda olması , aşağı inişin muhteşemliğini ortaya koyuyordu…Ama bu 'deneyerek anlamaya uğraşmadığım sayısız merakımın dehlizlerimden birisiydi' sadece…
Sol kolumda olmayan bir saate baktım ve herhalde öğlendir diye düşündüm…Güneşten kaçan insanların çok olduğu bu saatte dışarı çıkıp güneşin benden ne alıp veremediği varsa ödeşebileceğimiz doksan derecelik açıya iştirak edebilecektim böylece…Sigarayı tam söndürmeden ,gündüz gündüz yanan ışığın da 'lüzumlu' olduğuna kanaat getirdikten sonra onu kapatmadan apartmanın dışarıya nispeten daha soğuk boşluğuna adımımı attım…Kapının rüzgardan hızla çarpılacağını bildiğim için elimi hazır tutup kapıyı dumura uğratmak istiyordum , başardım da…Sonra kapıyı kitleyip , kitlediğimi bildiğim halde kendi ev kapımı bir hırsız gibi açmak için zorladım…Buna ne kadar devam ettim bilmiyorum ama vazgeçmek için çok da gecikmedim…Bu güne kadar niçin bir asansörün hiçbir zaman yukarı düğmesine değil de aşağı düğmesine basıldığında yukarı geldiğini anlayamadım…Yine de iki düğmeye birden basıp asansörün bulunduğum kata gelmesini bekledim…"Kabini görmeden binmeyiniz" uyarısını görmezden gelip asansörün kapısını yarı açık tutarak ilk önce 'sıfır' ve ardından 'bir' numaralı tuşa bastım ve kapattım…Ardından apartmanın sarmal merdivenlerinden deli gibi koşarak inmeye başladım…Az önce evimi soymuş ve hazinemle kaçıyormuş gibi hissettim kendimi…Önüme kimsenin çıkmaması işimi daha da kolaylaştırdı…Benden daha hızlı olup olmaması umrumda değildi ama asansörün birinci katta-kendi isteğimle-vakit kaybına uğrayıp beni geçemeyeceğini bilmek beni fazlasıyla tatmin etmişti…Dışarıya çıkmadan önce ondan önce geldiğim zemin katta asansörün 'yukarı' düğmesine defalarca bastım , böylece sonsuza dek aşağıda,'hiç var olmamış katlarda' kalacaktı…
Bunu başardığıma inanmıyordum ama kendimi dışarda bulmuştum…Ana caddenin ortasına gelmeden önce kendime düz bir hat belirledim ve sallanarak karşıya geçmek , araba reklamlarındaki gibi arabaların gerçekten mükemmel bir fren sistemi olup olmadığını görmek istiyordum…Halihazırda birkaç arabanın bu hayallerimi suya düşürmesi çok sürmedi…Şimdi geri kalan yolun dörtte birlik kısmında arabaların ortasında duruyor ve refüjle buluşmak için bekliyordum…Sadece bir insanın yürüyebileceği kadar genişlikteki kaldırıma geldiğimde cehennemi andıran sıcağın daha yeni farkına varmıştım…Etrafı kavuran bu sıcağın asfalt üzerindeki yaydığı ısıyı görüp , yoldan çıkan dumanın beni yutmaması için adımlarımı geldiğim yöne çevirdim…Gölgelerin içine , başladığım noktaya tekrar ulaştım…
O anda yukarıdan geldiğine adım gibi emin olduğum 'kendi' çığlığımı kulağımın çınlayan her noktasında duydum…Üzerime düşen 'ağırlığımla' yere yığıldım , birkaç saniyeliğine vücudumdaki hiçbir yeri hissetmediğimi düşündüm ve ilk kez yukarı bakmaya cesaret ettim ve orada 'kendimi' gördüm…Dibe ne kadar çok gözlerimi dikmiş bakıyorsam , o da bana o kadar yakından bakıyordu…
Sol kolumda olmayan bir saate baktım ve herhalde öğlendir diye düşündüm…Güneşten kaçan insanların çok olduğu bu saatte dışarı çıkıp güneşin benden ne alıp veremediği varsa ödeşebileceğimiz doksan derecelik açıya iştirak edebilecektim böylece…Sigarayı tam söndürmeden ,gündüz gündüz yanan ışığın da 'lüzumlu' olduğuna kanaat getirdikten sonra onu kapatmadan apartmanın dışarıya nispeten daha soğuk boşluğuna adımımı attım…Kapının rüzgardan hızla çarpılacağını bildiğim için elimi hazır tutup kapıyı dumura uğratmak istiyordum , başardım da…Sonra kapıyı kitleyip , kitlediğimi bildiğim halde kendi ev kapımı bir hırsız gibi açmak için zorladım…Buna ne kadar devam ettim bilmiyorum ama vazgeçmek için çok da gecikmedim…Bu güne kadar niçin bir asansörün hiçbir zaman yukarı düğmesine değil de aşağı düğmesine basıldığında yukarı geldiğini anlayamadım…Yine de iki düğmeye birden basıp asansörün bulunduğum kata gelmesini bekledim…"Kabini görmeden binmeyiniz" uyarısını görmezden gelip asansörün kapısını yarı açık tutarak ilk önce 'sıfır' ve ardından 'bir' numaralı tuşa bastım ve kapattım…Ardından apartmanın sarmal merdivenlerinden deli gibi koşarak inmeye başladım…Az önce evimi soymuş ve hazinemle kaçıyormuş gibi hissettim kendimi…Önüme kimsenin çıkmaması işimi daha da kolaylaştırdı…Benden daha hızlı olup olmaması umrumda değildi ama asansörün birinci katta-kendi isteğimle-vakit kaybına uğrayıp beni geçemeyeceğini bilmek beni fazlasıyla tatmin etmişti…Dışarıya çıkmadan önce ondan önce geldiğim zemin katta asansörün 'yukarı' düğmesine defalarca bastım , böylece sonsuza dek aşağıda,'hiç var olmamış katlarda' kalacaktı…
Bunu başardığıma inanmıyordum ama kendimi dışarda bulmuştum…Ana caddenin ortasına gelmeden önce kendime düz bir hat belirledim ve sallanarak karşıya geçmek , araba reklamlarındaki gibi arabaların gerçekten mükemmel bir fren sistemi olup olmadığını görmek istiyordum…Halihazırda birkaç arabanın bu hayallerimi suya düşürmesi çok sürmedi…Şimdi geri kalan yolun dörtte birlik kısmında arabaların ortasında duruyor ve refüjle buluşmak için bekliyordum…Sadece bir insanın yürüyebileceği kadar genişlikteki kaldırıma geldiğimde cehennemi andıran sıcağın daha yeni farkına varmıştım…Etrafı kavuran bu sıcağın asfalt üzerindeki yaydığı ısıyı görüp , yoldan çıkan dumanın beni yutmaması için adımlarımı geldiğim yöne çevirdim…Gölgelerin içine , başladığım noktaya tekrar ulaştım…
O anda yukarıdan geldiğine adım gibi emin olduğum 'kendi' çığlığımı kulağımın çınlayan her noktasında duydum…Üzerime düşen 'ağırlığımla' yere yığıldım , birkaç saniyeliğine vücudumdaki hiçbir yeri hissetmediğimi düşündüm ve ilk kez yukarı bakmaya cesaret ettim ve orada 'kendimi' gördüm…Dibe ne kadar çok gözlerimi dikmiş bakıyorsam , o da bana o kadar yakından bakıyordu…
Quixote
Kırdığın tabağın veya sürahinin , yere eğilip parçalarını toplamaya çalıştığın zamanlar olur ya ,sanki onu tekrardan eski haline döndürecekmişsin gibi…Hayat da , yani yaptığın eylemler toplamı da böyle bir şeydir…Kırarsın; sanki onu birleştiriyormuşsun gibi yaşamaya devam edersin…Elinden kayıp düşerken o bardak , her ne kadar düşürmeyi istemeyip çabalasan da ; o bardağın düşmesini ve gözlerinin önünde parçalanmasını izlemek istediğin 'kaçınılmaz bir an' olur…O andan sonra , geriye dönüş yoktur ve bardağın kırılmasını zevkle izlemen gerekir…Ne kadar parça parça olursa ve her yere dağılırsa o kadar iyi olurmuş gibi gelir bana…
Toplamak , parçaları birleştirmek mevzusu insanın başaramadığı bir şeydir…Bunu yapmasına da gerek yoktur zaten , nasıl ki bir bebek altına yapar ve ağlar ama bunu anne babasından başka umursayan olmaz onun gibi işte…Bir bok yemek ve bir halt başarmış olmak , parçaları tekrardan onarıp eski haline getirebileceğin anlamına gelmez , hiçbir zaman gelmez…Bunu bilmiyormuş gibi yapmak kendini kandırmaktır…Yeni şeyler üretip , gidip bardağın yenisini alıp , yeniden kırmak yaşamın sana sunduğu ve biraz olsun doğal karşılanması gereken bir süreçtir…
Elinden kayıp giden bu şeyler ,sen onu elinde tutmayı beceremediğinden değil , onun senden ayrılmak istediğini anlamamandan kaynaklanır,zamanı tutamamak gibi…Tabak , bardak kırmak matah bir şey değildir…İnsan kendi parçalarını kırmalı ,fakat onarmamalıdır…Ne kadar kırılgan olursan o kadar iyidir…Çünkü bu seni yeniler,biraz olsun masum yapar…Parçalanmaktan korkan insan , parçalanma ihtimalinin kendisinden bile korkar ve sürekli kendisini korumak istediği kapalı bir yaşam tarzını benimser(çoğu zaman da bunda başarılı olamaz)…Böylece farkında olmadan yaşadığı yenilenmeyi anlayamayıp,üzülür…Elbette ki her insan aynı değildir ve düşünüş biçimleri kişiden kişiye değişir…
Hayata çomak sokup onu bozan , parçalanmasını isteyen insan , onu döndürmeye çalışanlardan daha çok saygıyı hak eder benim gözümde…Çünkü istemiştir , istediğini elde etmiştir…Bundan gocunmamıştır…Elini ,iğrenç olur düşüncesiyle burnuna sokamayan insan , eninde sonunda başkalarının elinin kendi burnuna sokulduğu hissine kapılır…İşte anahtar nokta budur…Yapmak istediğin şeyi , başkaları yaptığı zaman hoşuna gitmez,ama kendi yapabileceğin şeyi kendin bile yapamazken hayıflanmak boşunadır…Kendi düzenini sağlayan insan , bu kendi işlettiği çark bozuk da olsa(diğerlerine göre) , başkalarına hesap vermek zorunda değildir ve bununla mutlu olabilir…Bunu anlamak için büyümek gerekli değildir…Çoğu zaman bunu erkenden fark etmek gerekir…Geri kalan yılların için insanlar , sürekli seni eleştirir , sana kendi doğrularını dayatmaya çalışırlar…Zannederler ki sana dokunup , seni parçaladıklarında onlar sağlam kalacaklardır…Ve geride kalan yıllarından sonra , onlar bunu anlamak için çok çaba sarf etmezler…Bazıları anlar…O bazıları da sensindir aslında…Hayat böyledir ,tuhaftır…
Öpmek istediğinde öpersin hayatı , umursamazsın…Çevirip yüzünü sarılırsın ona…Gerçekten…Bazen küfredersin ,sikmek istersin hayatı ,vurdumduymazlığınla başarırsın hem de bunu başkalarının aksine…Bu seni kendi muazzam bilinçsizliğinde var eder işte…Umursamazsın…Sevdiğin bir parçada kaybolursun…Sessizliği de seversin aslında çoğu zaman …Kendini dinlemediğin anlar olur, kendin olmayan sen , kendini dinler böylece…Bırakırsın…Dışarı bakarsın gün ağarırken her zamanki gibi, sıradaki gündüz çoğu zaman hoşuna gitmese de , geceni kendine saklayıp , onu özlersin bir sonraki buluşman için…Umursamazsın…
Hayat tuhaftır , bir kedi gibidir de bazen…Son derece özgürdür o bıraktığın hayat , dışarı bıraktığında yine sana gelir , sen ‘sen’ oldukça…Ve yine son bir parmak hamlesiyle bırakırsın bardağı ve parçalanmasını zevkle izlersin…
Toplamak , parçaları birleştirmek mevzusu insanın başaramadığı bir şeydir…Bunu yapmasına da gerek yoktur zaten , nasıl ki bir bebek altına yapar ve ağlar ama bunu anne babasından başka umursayan olmaz onun gibi işte…Bir bok yemek ve bir halt başarmış olmak , parçaları tekrardan onarıp eski haline getirebileceğin anlamına gelmez , hiçbir zaman gelmez…Bunu bilmiyormuş gibi yapmak kendini kandırmaktır…Yeni şeyler üretip , gidip bardağın yenisini alıp , yeniden kırmak yaşamın sana sunduğu ve biraz olsun doğal karşılanması gereken bir süreçtir…
Elinden kayıp giden bu şeyler ,sen onu elinde tutmayı beceremediğinden değil , onun senden ayrılmak istediğini anlamamandan kaynaklanır,zamanı tutamamak gibi…Tabak , bardak kırmak matah bir şey değildir…İnsan kendi parçalarını kırmalı ,fakat onarmamalıdır…Ne kadar kırılgan olursan o kadar iyidir…Çünkü bu seni yeniler,biraz olsun masum yapar…Parçalanmaktan korkan insan , parçalanma ihtimalinin kendisinden bile korkar ve sürekli kendisini korumak istediği kapalı bir yaşam tarzını benimser(çoğu zaman da bunda başarılı olamaz)…Böylece farkında olmadan yaşadığı yenilenmeyi anlayamayıp,üzülür…Elbette ki her insan aynı değildir ve düşünüş biçimleri kişiden kişiye değişir…
Hayata çomak sokup onu bozan , parçalanmasını isteyen insan , onu döndürmeye çalışanlardan daha çok saygıyı hak eder benim gözümde…Çünkü istemiştir , istediğini elde etmiştir…Bundan gocunmamıştır…Elini ,iğrenç olur düşüncesiyle burnuna sokamayan insan , eninde sonunda başkalarının elinin kendi burnuna sokulduğu hissine kapılır…İşte anahtar nokta budur…Yapmak istediğin şeyi , başkaları yaptığı zaman hoşuna gitmez,ama kendi yapabileceğin şeyi kendin bile yapamazken hayıflanmak boşunadır…Kendi düzenini sağlayan insan , bu kendi işlettiği çark bozuk da olsa(diğerlerine göre) , başkalarına hesap vermek zorunda değildir ve bununla mutlu olabilir…Bunu anlamak için büyümek gerekli değildir…Çoğu zaman bunu erkenden fark etmek gerekir…Geri kalan yılların için insanlar , sürekli seni eleştirir , sana kendi doğrularını dayatmaya çalışırlar…Zannederler ki sana dokunup , seni parçaladıklarında onlar sağlam kalacaklardır…Ve geride kalan yıllarından sonra , onlar bunu anlamak için çok çaba sarf etmezler…Bazıları anlar…O bazıları da sensindir aslında…Hayat böyledir ,tuhaftır…
Öpmek istediğinde öpersin hayatı , umursamazsın…Çevirip yüzünü sarılırsın ona…Gerçekten…Bazen küfredersin ,sikmek istersin hayatı ,vurdumduymazlığınla başarırsın hem de bunu başkalarının aksine…Bu seni kendi muazzam bilinçsizliğinde var eder işte…Umursamazsın…Sevdiğin bir parçada kaybolursun…Sessizliği de seversin aslında çoğu zaman …Kendini dinlemediğin anlar olur, kendin olmayan sen , kendini dinler böylece…Bırakırsın…Dışarı bakarsın gün ağarırken her zamanki gibi, sıradaki gündüz çoğu zaman hoşuna gitmese de , geceni kendine saklayıp , onu özlersin bir sonraki buluşman için…Umursamazsın…
Hayat tuhaftır , bir kedi gibidir de bazen…Son derece özgürdür o bıraktığın hayat , dışarı bıraktığında yine sana gelir , sen ‘sen’ oldukça…Ve yine son bir parmak hamlesiyle bırakırsın bardağı ve parçalanmasını zevkle izlersin…
Sempatik Değilim...
Her yaz insanların onlar istemese de beyinlerine işleyen yazlık parçalar oluyor…Yerli veya yabancı fark etmiyor bu…Bir şekilde yaklaşık ‘onbin’ kez dinletildikten sonra o parçayı sevmeseniz bile aklınıza kazınıyor…Buraya kadar ‘normal’ diyebilirsiniz ; ‘her sene böyle oluyor ama sallamıyoruz’…Burada önemli olan şey bunun nasıl başarıldığı…Öncelikle (yabancı parçalar için söyleyim) 'X' şarkıcımız bir parça yapıyor , düet olursa böyle daha havalı oluyor ismi söylenirken…Ardından bu parça bütün müzik kanallarında ve radyolarda çalınıyor…İlk başta “bu ne lan böyle , çok saçma bir şarkı” dediğin bir an oluyor ; fakat daha sonra şarkı her çıktığında saçma demeye başlıyorsun ve 'kontrol edilme' evresi bu şekilde başlıyor…O parça ne kadar kötüyse o kadar çok çalınıyor müzik kanallarında…Ardından bir sonraki evrede “ooooy oooy oyy Dannzaaaa kudurooooo” diye kendini böyle bir aptal sırıtışla kaptırmış bulunuyorsun…Cidden saçmalık ve anlamıyorum…Yerli örneği için : “Elimle açtım”…
Zevkler ve renkler tartışılmaz diye bir söz var…Ben bunu bazen hiç sevmiyorum…Tartışılabilir olduğunda zevk alıyorum bu durumdan ve kendi sevdiğim şeyi savunmaktan ve öbür şeyi itin götüne sokmaktan haz alıyorum…Evet bazı durumlarda karşındaki bunu sana yaptığı zaman hoş olmuyor ama yine de bazen zevkler ve renklerin tartışılması gerektiğine inanıyorum…Bu durum,zevkini ve rengini eleştirdiğin insanı deli edebiliyor bazen…Ben farkında olmuyorum…Evet ukalayım biraz…
Bizim medyada , kendini çok önemli bir kişiymiş gibi göstermek için çeşitli şeyler yapan ,söyleyen ama içten içe kendi lümpen konumlarını gizlemeye çalışan birçok insan var…Gizlemeye çalışarak aslında kendilerini daha çok belli ediyorlar ve samimiyetsiz bir durum ortaya çıkıyor…Ne zaman kendisini inanılmaz sanat aşığı,son derece modern ve küfretmeyen biri olarak göstermek isteyen oyuncu,sinemacı,yazar görsem “Recep İvedik çok küfürlü , hiç güzel değil,çok saçma” yorumunu yapıyorlar…İzledikleri halde yapıyorlar bu yorumu…Artık herkesin, çevredeki insanların bile güya bir 'sosyal statü atlama rampası' olarak Recep İvedik’i kullanması çok popüler…Herkes film konusunda uzman olduğu için,hangi filmin kaliteli olduğunu çok iyi biliyor(!) zaten...Böyle kendi zevkini oluşturamamış,başka şeyler üzerinden bir rant sağlamaya çalışan insanların yaptıklarını çok ucuz buluyorum ve sevmiyorum…
Bazı dizi ve film sahnelerinde anlamadığım ve ne için çekildiğini sürekli merak ettiğim “arabadan inerken kapının açılıp topuklu ayakkabı veya erkek ayakkabısının görünmesi” sahnesi var…Kadraj aşağıda belli bir süre kalıyor ve kadın ayağının ne kadar şuursuzca zemine bastığını izlememiz isteniyor…Tamam merak unsuru var işin içinde ama , cidden izlerken zaman kaybıymış gibi geliyor bana…O kapının açılması , kadının ayağının yere bir saatte değmesi (daha doğrusu değdikten sonra bir saat aynı şekilde kalması) gerçekten gereksiz…
İnsanın anatomik olarak son derece mükemmel bir varlık olduğu söylenir ya…Ben bazen hiç de öyle olduğunu düşünmüyorum…Bir şey yedikten yaklaşık iki-üç veya dört saat sonra acıkıyoruz…Bu kahvaltı da olsa akşam yemeği de olsa böyle oluyor…Bu durumu değiştirebilecek bir mekanizmaya sahip olmayı çok isterdim…Yani acıkma saatimizi kendimiz belirleyebildiğimiz bir sistem…’Gece acıkmak’ son derece baş ağrıtıcı bir durum ; yiyecek bir şey bulamıyorsun doğru düzgün ve üşeniyorsun…İşte gece yaklaşık bir altı saat acıkma ihtiyacımız olmasa çok güzel olurdu…Veya yesek ama zevk için olsa sadece , mide 'dolu' sinyali göndermese…Biliyorum çok şey istiyorum ama teknoloji bilim filan ilerliyor belki bir gün olur…
Son olarak , bana ilginç gelen bir durumdan bahsetmek istiyorum…Evin içinde çok vakit geçiren bir insan olarak , dışarı çıkıp geldiğinizde ev gözünüze farklı görünüyor ya…Hah tam da bahsetmek istediğim şey bu garip his…Sanki ev çok farklıymış gibi geliyor,bilmem size oluyor mu? Buna ek olarak,evi çok garip hissetmenize neden olan bir başka şey de 'eve her zaman geldiğiniz yönden değil de,başka bir sokaktan filan gelip eve girmek'…Eve girince tekrar aynı yabancılığı yaşıyorsunuz…Sonra alışıyorsunuz ama cidden garip bir şey…
Zevkler ve renkler tartışılmaz diye bir söz var…Ben bunu bazen hiç sevmiyorum…Tartışılabilir olduğunda zevk alıyorum bu durumdan ve kendi sevdiğim şeyi savunmaktan ve öbür şeyi itin götüne sokmaktan haz alıyorum…Evet bazı durumlarda karşındaki bunu sana yaptığı zaman hoş olmuyor ama yine de bazen zevkler ve renklerin tartışılması gerektiğine inanıyorum…Bu durum,zevkini ve rengini eleştirdiğin insanı deli edebiliyor bazen…Ben farkında olmuyorum…Evet ukalayım biraz…
Bizim medyada , kendini çok önemli bir kişiymiş gibi göstermek için çeşitli şeyler yapan ,söyleyen ama içten içe kendi lümpen konumlarını gizlemeye çalışan birçok insan var…Gizlemeye çalışarak aslında kendilerini daha çok belli ediyorlar ve samimiyetsiz bir durum ortaya çıkıyor…Ne zaman kendisini inanılmaz sanat aşığı,son derece modern ve küfretmeyen biri olarak göstermek isteyen oyuncu,sinemacı,yazar görsem “Recep İvedik çok küfürlü , hiç güzel değil,çok saçma” yorumunu yapıyorlar…İzledikleri halde yapıyorlar bu yorumu…Artık herkesin, çevredeki insanların bile güya bir 'sosyal statü atlama rampası' olarak Recep İvedik’i kullanması çok popüler…Herkes film konusunda uzman olduğu için,hangi filmin kaliteli olduğunu çok iyi biliyor(!) zaten...Böyle kendi zevkini oluşturamamış,başka şeyler üzerinden bir rant sağlamaya çalışan insanların yaptıklarını çok ucuz buluyorum ve sevmiyorum…
Bazı dizi ve film sahnelerinde anlamadığım ve ne için çekildiğini sürekli merak ettiğim “arabadan inerken kapının açılıp topuklu ayakkabı veya erkek ayakkabısının görünmesi” sahnesi var…Kadraj aşağıda belli bir süre kalıyor ve kadın ayağının ne kadar şuursuzca zemine bastığını izlememiz isteniyor…Tamam merak unsuru var işin içinde ama , cidden izlerken zaman kaybıymış gibi geliyor bana…O kapının açılması , kadının ayağının yere bir saatte değmesi (daha doğrusu değdikten sonra bir saat aynı şekilde kalması) gerçekten gereksiz…
İnsanın anatomik olarak son derece mükemmel bir varlık olduğu söylenir ya…Ben bazen hiç de öyle olduğunu düşünmüyorum…Bir şey yedikten yaklaşık iki-üç veya dört saat sonra acıkıyoruz…Bu kahvaltı da olsa akşam yemeği de olsa böyle oluyor…Bu durumu değiştirebilecek bir mekanizmaya sahip olmayı çok isterdim…Yani acıkma saatimizi kendimiz belirleyebildiğimiz bir sistem…’Gece acıkmak’ son derece baş ağrıtıcı bir durum ; yiyecek bir şey bulamıyorsun doğru düzgün ve üşeniyorsun…İşte gece yaklaşık bir altı saat acıkma ihtiyacımız olmasa çok güzel olurdu…Veya yesek ama zevk için olsa sadece , mide 'dolu' sinyali göndermese…Biliyorum çok şey istiyorum ama teknoloji bilim filan ilerliyor belki bir gün olur…
Son olarak , bana ilginç gelen bir durumdan bahsetmek istiyorum…Evin içinde çok vakit geçiren bir insan olarak , dışarı çıkıp geldiğinizde ev gözünüze farklı görünüyor ya…Hah tam da bahsetmek istediğim şey bu garip his…Sanki ev çok farklıymış gibi geliyor,bilmem size oluyor mu? Buna ek olarak,evi çok garip hissetmenize neden olan bir başka şey de 'eve her zaman geldiğiniz yönden değil de,başka bir sokaktan filan gelip eve girmek'…Eve girince tekrar aynı yabancılığı yaşıyorsunuz…Sonra alışıyorsunuz ama cidden garip bir şey…
Yaftalar:
acıkmak,
Danza Kuduro,
ev,
film,
garip his,
gece,
insan anatomisi,
lümpen,
medya,
recep ivedik,
renkler ve zevkler,
sahne,
serdar ortaç,
topuklu ayakkabı,
yaz şarkıları
Ræ
Bazı anlarda hayat ile ilgili bir şeylerin farkına vardığını sanırsın…Bu fikir , senin yaşam biçimini tamamen değiştirmez , sana yeni bir şey katmaz , seni bugüne kadar olduğundan farklı bir insan da yapmaz ; ama yine de öyle olduğunu sanırsın…İşte bu aslında , umarsız , dünü önemsemeyen insan için, onun yaşamını kolaylaştıran ve gün geçtikçe meleke haline getirdiği doğal bir davranışa dönüşüyor…Bu tarz bir kişinin kendini ispatlaması içten gelen bir zorunluluk olmadığı için , sandığı şeyi içselleştirmesi de son derece olağan oluyor ve gocunmuyor…
İnsanların bugüne kadar kendilerine dert edinme kabiliyetinin en başarılı örneklerinden birisi de 'yetinme' konusu…Bulundukları konumdan bir ötesini , gerçekten objektif bir gözle ayırt edip göremediklerinden , kendilerine sunulan ile istedikleri arasındaki noktada sürekli bir iç gerilim yaşıyorlar…Zaten insanın doğası gereği , bir işi başarabildiğine inanması çok zor…Sahip olduğu ile aslında gerçekten isteyip istemediğine bile karar veremediği aradığı, beklediği şeyin ne olduğunu anlayamaması bundan ileri geliyor…Bu tıpkı sağ elinle sol kulak memeni tutmaya çalışmak gibi bir şey…
İnsanların bu tavrı beni korkutmuyor aksine onları düşünmemi sağlıyor…Neden bu yetinme konusunda kafalarında oluşturdukları o uçurumdan düşmediklerini merak ediyorum… Evet bazen böyle düşünerek gerek kendime gerekse insanlığa haksızlık ettiğimi düşünüyorum…Sanki bu durumdan kurtulmamaları gerektiğini düşünürmüşüm gibi…Aslında beni tam tersi yönde düşünmeye iten şey : onları o şekilde gördükçe benim de kendimce bir şeylerin farkına varmam...
Biraz olsun değişmenin , insanın zararına olacağını düşünmüyorum…Zaten gün geçtikçe bunu kabullenir bir hale bürünüyorsun…Her bir insanın nevi şahsına münhasır olduğunu,düşüncelerinin seninle aynı olmadığını ve kendinin de çevreden bağımsız , tekil olarak farklı olduğunu anlıyorsun…Bunu düşünüp , kendinle konuşunca , neyin ne olduğunu daha iyi görebiliyorsun…Rahat olmak en önemlisi…
Rahat olmaya çalışmak rahatlık değil…Bu kelimenin doğasına aykırı…Bunu herkesin tam anlamıyla başarabildiğini sanmıyorum…Başardığımızı sandığımız şeylerden birisi de 'yetinmek'…
İnsan olarak hep biraz daha fazlasını ,elimizdekinden biraz daha çoğunu istiyoruz…'Ne istediğimizi bilmesek bile , ne elde edebileceğimizi görmeyi istiyoruz belki de'…Bunu beğensek de beğenmesek de yapıyoruz…Yapılan işe burun kıvırıyoruz ; bizimle alakası olmayan bir işi kendimizin çok daha iyi bildiğini sanıyoruz…Bir film otoritesi gibi ,her izlediğimiz şeyde oyunculukların daha iyi olmasını bekliyoruz…Dünyanın en seçici damağı bize aitmiş gibi, diğer damak zevklerini eleştiriyoruz…Bir şey satın alırken , biz hep daha az para vermek ; satıcı ise hep daha fazla para kazanmak istiyor…Kendimizde olanı değil ,başkasında olanı istiyoruz…Hep daha çok bilmeyi,öğrenmeyi ve biraz daha çok para kazanmayı istiyoruz…Aslında kendimizi değil , olmayı hayal ettiğimiz kendimizi istiyoruz…Yetinmiyoruz…Yanılıyoruz…
Biraz daha fazla derken ,çoktan azaldığını göremiyor birçok insan…Arayı tutturmak çok önemli…Durup düşününce bunların farkına varmak hemen mümkün olmayabiliyor…Bir şeylerin farkına varıyorum düşüncesi bile yeterli bunu anlamak için…Ondan sonrası kolay ve rahat…
Hayatın 1,5 litre olarak yaşanması gerektiğini düşünüyorum çoğu zaman…Ne hemen her şeyi çok değilken tüketip bitirmeli ne de haddinden fazlasını istemeli…Ne kendine limit koyduğun bir yaşam doğru ; ne de doz aşımı…Yani iki arada bir derede değil , tam dengede…
Bu tür düşünceleri hayata geçirmekten çok onu özümsemek daha kolay…Bu kötü bir şey değil aksine motive edici bir şey… Çünkü bu bizzat düşünmenin tatlılığı…Bir şeyin farkına varmak , düşünmek ve sanmak…
İnsanların bugüne kadar kendilerine dert edinme kabiliyetinin en başarılı örneklerinden birisi de 'yetinme' konusu…Bulundukları konumdan bir ötesini , gerçekten objektif bir gözle ayırt edip göremediklerinden , kendilerine sunulan ile istedikleri arasındaki noktada sürekli bir iç gerilim yaşıyorlar…Zaten insanın doğası gereği , bir işi başarabildiğine inanması çok zor…Sahip olduğu ile aslında gerçekten isteyip istemediğine bile karar veremediği aradığı, beklediği şeyin ne olduğunu anlayamaması bundan ileri geliyor…Bu tıpkı sağ elinle sol kulak memeni tutmaya çalışmak gibi bir şey…
İnsanların bu tavrı beni korkutmuyor aksine onları düşünmemi sağlıyor…Neden bu yetinme konusunda kafalarında oluşturdukları o uçurumdan düşmediklerini merak ediyorum… Evet bazen böyle düşünerek gerek kendime gerekse insanlığa haksızlık ettiğimi düşünüyorum…Sanki bu durumdan kurtulmamaları gerektiğini düşünürmüşüm gibi…Aslında beni tam tersi yönde düşünmeye iten şey : onları o şekilde gördükçe benim de kendimce bir şeylerin farkına varmam...
Biraz olsun değişmenin , insanın zararına olacağını düşünmüyorum…Zaten gün geçtikçe bunu kabullenir bir hale bürünüyorsun…Her bir insanın nevi şahsına münhasır olduğunu,düşüncelerinin seninle aynı olmadığını ve kendinin de çevreden bağımsız , tekil olarak farklı olduğunu anlıyorsun…Bunu düşünüp , kendinle konuşunca , neyin ne olduğunu daha iyi görebiliyorsun…Rahat olmak en önemlisi…
Rahat olmaya çalışmak rahatlık değil…Bu kelimenin doğasına aykırı…Bunu herkesin tam anlamıyla başarabildiğini sanmıyorum…Başardığımızı sandığımız şeylerden birisi de 'yetinmek'…
İnsan olarak hep biraz daha fazlasını ,elimizdekinden biraz daha çoğunu istiyoruz…'Ne istediğimizi bilmesek bile , ne elde edebileceğimizi görmeyi istiyoruz belki de'…Bunu beğensek de beğenmesek de yapıyoruz…Yapılan işe burun kıvırıyoruz ; bizimle alakası olmayan bir işi kendimizin çok daha iyi bildiğini sanıyoruz…Bir film otoritesi gibi ,her izlediğimiz şeyde oyunculukların daha iyi olmasını bekliyoruz…Dünyanın en seçici damağı bize aitmiş gibi, diğer damak zevklerini eleştiriyoruz…Bir şey satın alırken , biz hep daha az para vermek ; satıcı ise hep daha fazla para kazanmak istiyor…Kendimizde olanı değil ,başkasında olanı istiyoruz…Hep daha çok bilmeyi,öğrenmeyi ve biraz daha çok para kazanmayı istiyoruz…Aslında kendimizi değil , olmayı hayal ettiğimiz kendimizi istiyoruz…Yetinmiyoruz…Yanılıyoruz…
Biraz daha fazla derken ,çoktan azaldığını göremiyor birçok insan…Arayı tutturmak çok önemli…Durup düşününce bunların farkına varmak hemen mümkün olmayabiliyor…Bir şeylerin farkına varıyorum düşüncesi bile yeterli bunu anlamak için…Ondan sonrası kolay ve rahat…
Hayatın 1,5 litre olarak yaşanması gerektiğini düşünüyorum çoğu zaman…Ne hemen her şeyi çok değilken tüketip bitirmeli ne de haddinden fazlasını istemeli…Ne kendine limit koyduğun bir yaşam doğru ; ne de doz aşımı…Yani iki arada bir derede değil , tam dengede…
Bu tür düşünceleri hayata geçirmekten çok onu özümsemek daha kolay…Bu kötü bir şey değil aksine motive edici bir şey… Çünkü bu bizzat düşünmenin tatlılığı…Bir şeyin farkına varmak , düşünmek ve sanmak…
Yaftalar:
az,
biraz,
düşünmek,
eleştirmek,
farkına varmak,
fazla,
özümsemek,
yetinmek
İsveç
Ikea’yı ülkemize ilk geldiğinde çok sevdiğim söylenemezdi…Daha doğrusu “evinizi şöyle seviyoruz,böyle seviyoruz” , “eviniz bizim için çok önemli” , “biz evinizin her şeyiyiz” yaklaşımlı reklamları sevmiyordum…E tabi ev ortamını çok seven bir insan olduğumdan , dur lan neler varmış diye merak edip gezdiğim de oldu bu tarz yerleri…Ikea’ya birkaç kez gittim ama en son gittiğimde biraz daha fazla eğlenebildim…
Öncelikle Ikea(bazen ikeya) meşhur sarı-mavi renkleriyle bizi karşılıyor…İsveç köftesi hemen ön plana çıkıyor büyük puntolarla… Türk halkının boğazına düşkünlüğünü iyi biliyorlar ki restoranı hemen girişte tutmuşlar diye düşündüm ; hakikaten de öyle..."İsveç köftesi"(veya Türk köftesi tam emin değilim)tam bizim insanımıza göre;15 tane diyor ama gerçekten 20 tane filan olabiliyor tabakta…Tat olarak tam bir tadını alamadım ben köftenin dilimdeki yaralardan dolayı…Sanırım yanında koyu sarı renkte bir de sos veriyorlar onu da tam çözemedim,kremalı bir sos gibi…Tadı pek iyi değil yine de ; önermem…1.5 TL verdiğin Ikea bardaklarında sınırsız kola vb. içebiliyorsun , o hizmet de gayet garip ve hoştu…Yemekten sonraki , kendi tepsimizi kaldırmamızın ardından bir de bunun açıklaması yapılmış ki , cidden bizimle akıl oyunu mu oynuyorlar dedirtti bana…Çok samimi bulmadım ama olsun , ilginçti...
"Karlstad" (yani iki kişilik kanepe) yi pek sevmedim ben...Hem ismini beğenmedim hem de diğer Ikea koltuklarına("Ektorp" filan) çok benziyordu…Aslında birçok insanın fiyatlar çok uygun demesine rağmen , Ikea koltuklarının ucuz olduğunu düşünmüyorum ben…Oda dizaynlarında da raflara dvd kutuları eklemişler ama filmler hep aynı , yani farklı farklı filmler yoktu…Snatch, American Psycho , Rocky ve V for Vendetta filmlerinin kutuları birden çok şekilde karışık olarak sıralanmış…Bu küçük gerizekalı detayın,ürünlerle hiçbir alakası yoktu ama benim gözüme takıldı yine de…Ikea’nın oda tasarımları ilk başta göze çok karışık gelebiliyor ; ama bana kalırsa son derece sade tasarımları var bu yönden iyi…Buraya gelip de koltuklarda dinlenmeyi çok seven yurdum insanları da var , her bir köşede onları görebilirsiniz…
Sadece "BEDDINGE" yataklı kanepe için uygun olan Resmo şiltesine ek olarak , Havet ,Murbo, Lövas şiltelerinin isimlerini gördükten sonra devamını okumaya gerek duymadım ve ilerledim…Ikea’da göze çarpan bir özellik olarak : bu gördüğünüz oda tam “150 TL*”gibi bir panoyla karşılaşıyorsunuz her bir bölümde…İnsan , “yok canım nerden 150 tl” filan derken , yıldız detayını atlayabiliyor ve sonra farkına varıyor bunun taksitle alakalı olduğunu…"Folkvik" olarak adlandırılan tv sehpasının büyük puntolarla "46TL" yazısının hemen yanında "x12" taksit seçeneğini görebiliyorsunuz…Ikea’nın en çok giden ürünü olarak ‘masaları’ öneriyorum ben,sanırım kullanışlı herkes tercih ediyor…Tabii ki bunun dışında en çok yastıklar ve örtüler o tarz şeyler çok gidiyor…Bazı ürünler ise gerçekten sikko…
Dünya üzerinde tepsiye verilebilecek en son isimlerden birisi olan “Barbar” Ikea’da yer alıyor…Evimizde bulunan bu baykuşlu kırlangıçlı rengarenk tepsinin aslında “barbar” olarak adlandırıldığını bilmiyordum, gidip görünce çok güldüm açıkcası…Ikea’da ,isimleri işlevlerinden belli olan bazı ürünleri(lambalar, çalışma masası filan)çoğu yerde bulabilirken ; en kuytu köşelerde de ilginç , mistik anlamlar barındıran değişik isimli ürünleri bulabiliyorsunuz…Bunlardan birisi de benim için “Delikat”dı…Tasarımcısı Nicolas Cortolezzis’e bu ürünün hala ne işe yaradığını sormak isterdim,çünkü bir türlü anlayamadım…Delik at , aklımda bir delik oluşturdu yeterince…Uzaklaştım...
“Solbröand” kağıt peçete nedense bana Alman futbolcu Hildebrand’ı hatırlattı…”Stefan” isimli sandalyelere bakıp Stefan isimli insanlara üzüldüm…”Dıska” isimli bulaşık fırçasının aslında tuvalet fırçası olması gerektiğini düşündüm…"Rationell Variera" gibi bir isme sahip ama kendisi sadece bir 'çekmece örtüsü' olan nesnenin kendisinden çok ismine bakakaldım… Çekmece örtüsünün ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama bu ürün bende istemsiz bir “National Geographic” deme isteği uyandırdı…Tam çıkışa doğru yönelmiştim ki , final muhteşem oldu…Beynimde sağ ve sol lobumun ikisini birden yüksek bir düzeyde çalıştıran , fiziksel ve ruhsal dengemi sarsıp manasının içinde kaybolduğum ve ancak beyin fırtınasından vazgeçip çıkabildiğim son ürünü ise sizlerle paylaşıyorum…
Duvarlara vurdum...
Öncelikle Ikea(bazen ikeya) meşhur sarı-mavi renkleriyle bizi karşılıyor…İsveç köftesi hemen ön plana çıkıyor büyük puntolarla… Türk halkının boğazına düşkünlüğünü iyi biliyorlar ki restoranı hemen girişte tutmuşlar diye düşündüm ; hakikaten de öyle..."İsveç köftesi"(veya Türk köftesi tam emin değilim)tam bizim insanımıza göre;15 tane diyor ama gerçekten 20 tane filan olabiliyor tabakta…Tat olarak tam bir tadını alamadım ben köftenin dilimdeki yaralardan dolayı…Sanırım yanında koyu sarı renkte bir de sos veriyorlar onu da tam çözemedim,kremalı bir sos gibi…Tadı pek iyi değil yine de ; önermem…1.5 TL verdiğin Ikea bardaklarında sınırsız kola vb. içebiliyorsun , o hizmet de gayet garip ve hoştu…Yemekten sonraki , kendi tepsimizi kaldırmamızın ardından bir de bunun açıklaması yapılmış ki , cidden bizimle akıl oyunu mu oynuyorlar dedirtti bana…Çok samimi bulmadım ama olsun , ilginçti...
"Karlstad" (yani iki kişilik kanepe) yi pek sevmedim ben...Hem ismini beğenmedim hem de diğer Ikea koltuklarına("Ektorp" filan) çok benziyordu…Aslında birçok insanın fiyatlar çok uygun demesine rağmen , Ikea koltuklarının ucuz olduğunu düşünmüyorum ben…Oda dizaynlarında da raflara dvd kutuları eklemişler ama filmler hep aynı , yani farklı farklı filmler yoktu…Snatch, American Psycho , Rocky ve V for Vendetta filmlerinin kutuları birden çok şekilde karışık olarak sıralanmış…Bu küçük gerizekalı detayın,ürünlerle hiçbir alakası yoktu ama benim gözüme takıldı yine de…Ikea’nın oda tasarımları ilk başta göze çok karışık gelebiliyor ; ama bana kalırsa son derece sade tasarımları var bu yönden iyi…Buraya gelip de koltuklarda dinlenmeyi çok seven yurdum insanları da var , her bir köşede onları görebilirsiniz…
Sadece "BEDDINGE" yataklı kanepe için uygun olan Resmo şiltesine ek olarak , Havet ,Murbo, Lövas şiltelerinin isimlerini gördükten sonra devamını okumaya gerek duymadım ve ilerledim…Ikea’da göze çarpan bir özellik olarak : bu gördüğünüz oda tam “150 TL*”gibi bir panoyla karşılaşıyorsunuz her bir bölümde…İnsan , “yok canım nerden 150 tl” filan derken , yıldız detayını atlayabiliyor ve sonra farkına varıyor bunun taksitle alakalı olduğunu…"Folkvik" olarak adlandırılan tv sehpasının büyük puntolarla "46TL" yazısının hemen yanında "x12" taksit seçeneğini görebiliyorsunuz…Ikea’nın en çok giden ürünü olarak ‘masaları’ öneriyorum ben,sanırım kullanışlı herkes tercih ediyor…Tabii ki bunun dışında en çok yastıklar ve örtüler o tarz şeyler çok gidiyor…Bazı ürünler ise gerçekten sikko…
Dünya üzerinde tepsiye verilebilecek en son isimlerden birisi olan “Barbar” Ikea’da yer alıyor…Evimizde bulunan bu baykuşlu kırlangıçlı rengarenk tepsinin aslında “barbar” olarak adlandırıldığını bilmiyordum, gidip görünce çok güldüm açıkcası…Ikea’da ,isimleri işlevlerinden belli olan bazı ürünleri(lambalar, çalışma masası filan)çoğu yerde bulabilirken ; en kuytu köşelerde de ilginç , mistik anlamlar barındıran değişik isimli ürünleri bulabiliyorsunuz…Bunlardan birisi de benim için “Delikat”dı…Tasarımcısı Nicolas Cortolezzis’e bu ürünün hala ne işe yaradığını sormak isterdim,çünkü bir türlü anlayamadım…Delik at , aklımda bir delik oluşturdu yeterince…Uzaklaştım...
“Solbröand” kağıt peçete nedense bana Alman futbolcu Hildebrand’ı hatırlattı…”Stefan” isimli sandalyelere bakıp Stefan isimli insanlara üzüldüm…”Dıska” isimli bulaşık fırçasının aslında tuvalet fırçası olması gerektiğini düşündüm…"Rationell Variera" gibi bir isme sahip ama kendisi sadece bir 'çekmece örtüsü' olan nesnenin kendisinden çok ismine bakakaldım… Çekmece örtüsünün ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama bu ürün bende istemsiz bir “National Geographic” deme isteği uyandırdı…Tam çıkışa doğru yönelmiştim ki , final muhteşem oldu…Beynimde sağ ve sol lobumun ikisini birden yüksek bir düzeyde çalıştıran , fiziksel ve ruhsal dengemi sarsıp manasının içinde kaybolduğum ve ancak beyin fırtınasından vazgeçip çıkabildiğim son ürünü ise sizlerle paylaşıyorum…
Duvarlara vurdum...
Yaftalar:
düşünce,
ev ürünleri,
evinizin her şeyi,
ikea,
isveç köftesi,
mağaza,
reklam
32 Ağustos
Zamanın ilerlemediğinin farkında olduğum günlerden birisiydi...Hasta olduğumu da hesaba katarsak bu hissiyatımın katlanmaması için bir sebep yoktu...Ateşimin yükseldiğini,dışarı çıksam bile bunun bir faydası olmayacağını biliyordum ; ama yine de Marmara’nın orta yerinde , arabalı vapurun üst katında bir rüzgar gülü kendimi gibi açık rüzgarlara bıraktım...Soğuğu hissedip tir tir titremenin ardından ,aslında yağmurdan kaçarken doluya tutulacağımı hiç düşünmüyordum...
Zihnim bulanıklaşıyordu...Sıkıştığımı hissettim ve daha önce tuvaletin nerde olduğunu bildiğim için arabalı vapurun yeraltı dünyası gibi olan 'alt katı'na indim...Çeşitli aralardan geçtikten sonra,tuvaletlerin olması gereken denize yakın kenar kısıma geldim...Kafamı çevirip baktığımda kadınlar tuvaletini temsil eden , "üçgen etekli garip saçlı küçük beyaz kadın sembolü"nü gördüm ve erkekler tuvaletinin bunun tam tersi yönünde olduğu kanısına vardım...Yeraltı dünyasında soğuktan etkilenmeyip sadece sigarasını yakabilmek için aralarda dolaşan insanları gördüm ve bu durumu anladığımı düşündüm...Erkekler tuvaletine(sadece bir tuvalet vardı) geldiğimde orada bekleyen bir kadını gördüm...Kadından biraz şüphelenip “acaba kadınlar tuvaleti dolu da erkekler tuvaletini mi tercih ediyor” diye düşündüm...Biraz sonra cevabını bildiğim halde yine de “dolu mu?” diye sordum...”Evet” dedi biraz tedirgin şekilde ama biraz sonra her şey kapı açıldığında “tamam mı oğlum?” sorusuyla çözümlenecekti...İçeriden 7-8 yaşlarında bir çocuk çıktı...Pantolonunu eciş bücüş yukarı çektikten sonra annesinin elini tutmaya hazırdı...İçeri girdim,artık otobüse geri dönmem gerektiğini düşündüm...Zihnim git gide bulanıklaşıyordu...
Yerime oturdum ve bir ön koltukta annesiyle çocuğu gördüm...Çocuğun cips talebine karşılık annesi "tamam" diyerek üst taraftan bir poşet çıkardı...Çerezza’nın farklı versiyonlarının olduğu poşeti sanki daha önce de açmış gibiydi kadın...İçinden baharatlı olanını çıkardı ve oğlanın bunu beğeneceğini düşündü...Çocuk,ikinci seçeneği de görmek istedi...Annesi,süt mısır olarak bilinen cipsi uzattı ve bunun diğerine oranla daha tatlı olduğunu söyledi...Çocuk ikna oldu...Bir süre sonra çocuğun 'hiç susmayacağı bir periyod'a girileceğinin farkına vardım...Çünkü çocuklar bir şeyler yedikten sonra konuşmayı çok severler...Bu durum engellenemez...
“Anne” dedi yakınlarda uçan martıları göstererek : “kartallara bak ne kadar da büyükler” dedi heyecanla...Annesi biraz bekleyip : “onlar kartal değil martı oğlum” dedi...Çocuk gördüğü şeyin kartal olduğundan son derece emin bir şekilde : “hayır anne kartal olması gerekiyor” dedi...Bir kez daha ”kartal olması gerekiyor baksana” diyerek bu sefer annesini ikna etmeye çalıştı...Annesine ‘bir keresinde köye gittiklerinde evlendirme dairesi yakınlarında bir kartal gördüklerini’ anımsattı ve onların martı olmadığı konusunda kendince emin oldu...Bunun üzerine annesi, kartalların denizin üstünde yaşayamayacağına yönelik ,onların habitanın farklı olduğunu ima eden birtakım açıklamalarla, dönüşü olmayan bir yola girdi...Çocuk haklı olarak : “neden denizin üstünde yaşamıyor ki?” diye sordu...Annesinin kartallar hakkında çok bilgisi olmadığını fark ettiğim için yapacağı açıklamaya iyice kulak kabarttım...”Onlar” dedi biraz duraksayarak “ormanlarda filan yaşar oğlum”, ”kanatları daha büyük olur”...Kafamı biraz geri attım ve gözlerimi kapattım...Yine de bu belgesele devam etmek istiyordum...Sonra ,çocuk ilk defa martıların martı olduğuna inandı,fakat bu kez de 'kartalların yeme kapasitesi'ni merak etti...Kartalın ağzıyla 3 5 martıyı tümden yutup yutamayacağı gibi metafizik bir olayı annesine sordu...Karşılaştırma yapabilmek için insan ağzının genişliğiyle kartalın çenesinin genişliğini de annesine sordu...Annesi artık tükendiği için cevap veremedi...Sonunda çocuk, martılara biraz daha bakıp “ama anne kartala çok benziyor değil mi?” diye sordu...Annesinden cevap alabilmek için aynı soruyu 3 4 kez sordu...Annesinin evet mi hayır mı dediğini hatırlamıyorum...Belki de evet cevabını duyup mutlu bir şekilde susmuştu çocuk...Ben ise daha fazlasını dinleyemeden,başımın ağrısıyla azıcık uyumuştum...
İstanbul’a geldiğimde,çocuğu son kez servisin içinde annesini deli edecek bir koşuşturma esnasında gördüm...Beynim donmuştu ve bazı algılarımı kaybettiğimi düşündüm...Ateşim yükseliyordu ve zaman ilerlemiş olmasına rağmen bana bir şey ifade etmiyordu...Ne saatler önce hissettiğim soğuk ne de beynime yağan dolu fırtınası ateşimi dindirememişti o gün...Metafiziktendi ; farkındaydım , yanıyordum...
Zihnim bulanıklaşıyordu...Sıkıştığımı hissettim ve daha önce tuvaletin nerde olduğunu bildiğim için arabalı vapurun yeraltı dünyası gibi olan 'alt katı'na indim...Çeşitli aralardan geçtikten sonra,tuvaletlerin olması gereken denize yakın kenar kısıma geldim...Kafamı çevirip baktığımda kadınlar tuvaletini temsil eden , "üçgen etekli garip saçlı küçük beyaz kadın sembolü"nü gördüm ve erkekler tuvaletinin bunun tam tersi yönünde olduğu kanısına vardım...Yeraltı dünyasında soğuktan etkilenmeyip sadece sigarasını yakabilmek için aralarda dolaşan insanları gördüm ve bu durumu anladığımı düşündüm...Erkekler tuvaletine(sadece bir tuvalet vardı) geldiğimde orada bekleyen bir kadını gördüm...Kadından biraz şüphelenip “acaba kadınlar tuvaleti dolu da erkekler tuvaletini mi tercih ediyor” diye düşündüm...Biraz sonra cevabını bildiğim halde yine de “dolu mu?” diye sordum...”Evet” dedi biraz tedirgin şekilde ama biraz sonra her şey kapı açıldığında “tamam mı oğlum?” sorusuyla çözümlenecekti...İçeriden 7-8 yaşlarında bir çocuk çıktı...Pantolonunu eciş bücüş yukarı çektikten sonra annesinin elini tutmaya hazırdı...İçeri girdim,artık otobüse geri dönmem gerektiğini düşündüm...Zihnim git gide bulanıklaşıyordu...
Yerime oturdum ve bir ön koltukta annesiyle çocuğu gördüm...Çocuğun cips talebine karşılık annesi "tamam" diyerek üst taraftan bir poşet çıkardı...Çerezza’nın farklı versiyonlarının olduğu poşeti sanki daha önce de açmış gibiydi kadın...İçinden baharatlı olanını çıkardı ve oğlanın bunu beğeneceğini düşündü...Çocuk,ikinci seçeneği de görmek istedi...Annesi,süt mısır olarak bilinen cipsi uzattı ve bunun diğerine oranla daha tatlı olduğunu söyledi...Çocuk ikna oldu...Bir süre sonra çocuğun 'hiç susmayacağı bir periyod'a girileceğinin farkına vardım...Çünkü çocuklar bir şeyler yedikten sonra konuşmayı çok severler...Bu durum engellenemez...
“Anne” dedi yakınlarda uçan martıları göstererek : “kartallara bak ne kadar da büyükler” dedi heyecanla...Annesi biraz bekleyip : “onlar kartal değil martı oğlum” dedi...Çocuk gördüğü şeyin kartal olduğundan son derece emin bir şekilde : “hayır anne kartal olması gerekiyor” dedi...Bir kez daha ”kartal olması gerekiyor baksana” diyerek bu sefer annesini ikna etmeye çalıştı...Annesine ‘bir keresinde köye gittiklerinde evlendirme dairesi yakınlarında bir kartal gördüklerini’ anımsattı ve onların martı olmadığı konusunda kendince emin oldu...Bunun üzerine annesi, kartalların denizin üstünde yaşayamayacağına yönelik ,onların habitanın farklı olduğunu ima eden birtakım açıklamalarla, dönüşü olmayan bir yola girdi...Çocuk haklı olarak : “neden denizin üstünde yaşamıyor ki?” diye sordu...Annesinin kartallar hakkında çok bilgisi olmadığını fark ettiğim için yapacağı açıklamaya iyice kulak kabarttım...”Onlar” dedi biraz duraksayarak “ormanlarda filan yaşar oğlum”, ”kanatları daha büyük olur”...Kafamı biraz geri attım ve gözlerimi kapattım...Yine de bu belgesele devam etmek istiyordum...Sonra ,çocuk ilk defa martıların martı olduğuna inandı,fakat bu kez de 'kartalların yeme kapasitesi'ni merak etti...Kartalın ağzıyla 3 5 martıyı tümden yutup yutamayacağı gibi metafizik bir olayı annesine sordu...Karşılaştırma yapabilmek için insan ağzının genişliğiyle kartalın çenesinin genişliğini de annesine sordu...Annesi artık tükendiği için cevap veremedi...Sonunda çocuk, martılara biraz daha bakıp “ama anne kartala çok benziyor değil mi?” diye sordu...Annesinden cevap alabilmek için aynı soruyu 3 4 kez sordu...Annesinin evet mi hayır mı dediğini hatırlamıyorum...Belki de evet cevabını duyup mutlu bir şekilde susmuştu çocuk...Ben ise daha fazlasını dinleyemeden,başımın ağrısıyla azıcık uyumuştum...
İstanbul’a geldiğimde,çocuğu son kez servisin içinde annesini deli edecek bir koşuşturma esnasında gördüm...Beynim donmuştu ve bazı algılarımı kaybettiğimi düşündüm...Ateşim yükseliyordu ve zaman ilerlemiş olmasına rağmen bana bir şey ifade etmiyordu...Ne saatler önce hissettiğim soğuk ne de beynime yağan dolu fırtınası ateşimi dindirememişti o gün...Metafiziktendi ; farkındaydım , yanıyordum...
Edge
Denişik...Ulan çok farklı bu yaşam denen hadise...Bok böceğine lakap takıp onu hakir gördüğümüz, bir düzenin içinde , hamam böceklerinden , sırf onlardan daha gelişmiş bir organizmaya sahip olduğumuz için onları küçümseyip bunda bile kibirli davranabilen , kobay ederken acımadığımız fareleri,evde ayağımızın altında hissedince,ölümüne tırsan insanlarız işte...
İnsanoğluna bahşedildiği düşünülen “düşünme yetisi”yle zaman zaman çok övünüyoruz , bu doğru...Kendimize yön falan veriyoruz ya ,anlamlandırıyoruz(!) her bir şeyi bu en güzel duygu(!)...İlkelken filan ne yapıyordu acaba insanlar ? Yine “bok böceği”ne , “bok böceği” deyip , sıçtığı şeyin ismini ona yakıştırıyor muydu ? İnanır mısın , bazı isimlerin , sırf o zamanlar ismi verilen şeyin hakkını savunacak bir avukatı olmadığı için konulduğunu falan düşünüyorum...”O dönemde avukat ne arar dangoz” diyen birisi için ,bunların adının neden böyle konulmuş olabileceği hakkında fikri olduğunu sanmıyorum...Düşünsene , birisi yıllar önce sana “bok böceği” diyor “hamam böceği” diyor ve senin bu ismi almak isteyip istemediğini bilmiyoruz , başvurabileceğin bir avukatın bile yok...Sen onların avukatı mısın diye soracak olursan , avukatımla konuşma hakkımı kullanırım...Böcek sikimde bile değil ,bu isim verilen şey “zigon sehpa” bile olsa elimizden bir şey gelmez bunu demek istiyorum...Çoktan birer isim verilmiş , her bir şeye ve bunu da insan yapmış ; aynı, bokuna bok demeyi bulan insan gibi...
Ondan sonra da kalkıp , ilkel insanı eleştiriyorlar...İnsanoğlu asıl,o dönemde avukat denen şeyi bulamadığı için hayıflanmalı bana kalırsa...O dönemde, ilk elin günahı olmaz diye düşünmeyi akıl edebilen insanlar olsaydı veya bunun bilincinde olsalardı , emin ol hayatımızı daha çok sikerlerdi...Ama orada dur işte...Demek ki bu insanlar ne yaptıklarını bilmiyorlardı...”İleriki jenerasyonlara bir şeyler bırakmak” terimini bugünün insanı uyduruyor...Bilerek ve isteyerek ,ilk elin günahı kavramını sahipleniyor , suçu ilkele atıyorlar...Şu, gelecek nesile bir şeyler bırakmak istiyorsan , onlar ilerde bunlara lanet etmemeli...Cro-magnon’ların psikiyatrları filan var mıydı bilmiyorum ama , onların zaten homo sapiensleri düşünecek kadar dertlenmiş olabileceklerini düşünmüyorum...Hayat onlara güzelmiş...Bizimkiler ise kendi yaşadığı çağı unutup, gider bir sonraki çağı düşünür oldu...Bırak , yaşadığınla kal,çok bir şey bırakmak istiyorsan da,önce kendini tutmayı başar ; sonra fikirlerin ulaşır zaten istediğin adrese...
Diyorum ya garip bir şey bu , yaşamak mevzusu...Günden güne değişik şeyler oluyor...Farkında olan insanoğlu , farkında olamadıkları için savaş veriyor , bu sıfata bağlı kalmak için...Düşününce ,aradan milyonlarca yıl geçtiğini ve en güncel yılda yaşadığımızı fark ediyorum ben...Bu inanılmaz bir şey...İnsanlar sadece doğduğu andan bu ana kadar olan ve biraz sonrasındaki yaşamıyla ilgileniyor belki...Fakat , bundan önce onbinlerce yılın geçtiğini ve bu içinde bulunduğu yılın , günün ve dakikanın ,bu yıl doğrusundaki en uç nokta olduğunu fark edemiyor sanırım...Bunu düşündükçe üç boyutlu resme dalar gibi dalıyorum ben...Düşünsene öyle bir sistem kurmuşsun ki , zamanı gösteren her şeyin olmasına rağmen yine de onu durduramıyorsun...Eskiden saat bile yokmuş...İlk insanları, zamana sahip oldukları için kıskanıyorum doğrusu...Keşke diyorum ,durdursaydınız zamanı ,bizler için , ama nereden bilebilirdiniz ki... Yaşam çok garip...
Bugün , dünden yarını çıkartıp elde ettiğin bir sonuç bence...Elde olan ve bilinçli olarak anlam verdiğini düşündüğün bir şey...Bulunduğun yer , zaman , mekan , algılar her şey değişiyor zamanla...Ama şu böceğin ismi “bok” ya hala, en çok da buna canım sıkılıyor...
İnsanoğluna bahşedildiği düşünülen “düşünme yetisi”yle zaman zaman çok övünüyoruz , bu doğru...Kendimize yön falan veriyoruz ya ,anlamlandırıyoruz(!) her bir şeyi bu en güzel duygu(!)...İlkelken filan ne yapıyordu acaba insanlar ? Yine “bok böceği”ne , “bok böceği” deyip , sıçtığı şeyin ismini ona yakıştırıyor muydu ? İnanır mısın , bazı isimlerin , sırf o zamanlar ismi verilen şeyin hakkını savunacak bir avukatı olmadığı için konulduğunu falan düşünüyorum...”O dönemde avukat ne arar dangoz” diyen birisi için ,bunların adının neden böyle konulmuş olabileceği hakkında fikri olduğunu sanmıyorum...Düşünsene , birisi yıllar önce sana “bok böceği” diyor “hamam böceği” diyor ve senin bu ismi almak isteyip istemediğini bilmiyoruz , başvurabileceğin bir avukatın bile yok...Sen onların avukatı mısın diye soracak olursan , avukatımla konuşma hakkımı kullanırım...Böcek sikimde bile değil ,bu isim verilen şey “zigon sehpa” bile olsa elimizden bir şey gelmez bunu demek istiyorum...Çoktan birer isim verilmiş , her bir şeye ve bunu da insan yapmış ; aynı, bokuna bok demeyi bulan insan gibi...
Ondan sonra da kalkıp , ilkel insanı eleştiriyorlar...İnsanoğlu asıl,o dönemde avukat denen şeyi bulamadığı için hayıflanmalı bana kalırsa...O dönemde, ilk elin günahı olmaz diye düşünmeyi akıl edebilen insanlar olsaydı veya bunun bilincinde olsalardı , emin ol hayatımızı daha çok sikerlerdi...Ama orada dur işte...Demek ki bu insanlar ne yaptıklarını bilmiyorlardı...”İleriki jenerasyonlara bir şeyler bırakmak” terimini bugünün insanı uyduruyor...Bilerek ve isteyerek ,ilk elin günahı kavramını sahipleniyor , suçu ilkele atıyorlar...Şu, gelecek nesile bir şeyler bırakmak istiyorsan , onlar ilerde bunlara lanet etmemeli...Cro-magnon’ların psikiyatrları filan var mıydı bilmiyorum ama , onların zaten homo sapiensleri düşünecek kadar dertlenmiş olabileceklerini düşünmüyorum...Hayat onlara güzelmiş...Bizimkiler ise kendi yaşadığı çağı unutup, gider bir sonraki çağı düşünür oldu...Bırak , yaşadığınla kal,çok bir şey bırakmak istiyorsan da,önce kendini tutmayı başar ; sonra fikirlerin ulaşır zaten istediğin adrese...
Diyorum ya garip bir şey bu , yaşamak mevzusu...Günden güne değişik şeyler oluyor...Farkında olan insanoğlu , farkında olamadıkları için savaş veriyor , bu sıfata bağlı kalmak için...Düşününce ,aradan milyonlarca yıl geçtiğini ve en güncel yılda yaşadığımızı fark ediyorum ben...Bu inanılmaz bir şey...İnsanlar sadece doğduğu andan bu ana kadar olan ve biraz sonrasındaki yaşamıyla ilgileniyor belki...Fakat , bundan önce onbinlerce yılın geçtiğini ve bu içinde bulunduğu yılın , günün ve dakikanın ,bu yıl doğrusundaki en uç nokta olduğunu fark edemiyor sanırım...Bunu düşündükçe üç boyutlu resme dalar gibi dalıyorum ben...Düşünsene öyle bir sistem kurmuşsun ki , zamanı gösteren her şeyin olmasına rağmen yine de onu durduramıyorsun...Eskiden saat bile yokmuş...İlk insanları, zamana sahip oldukları için kıskanıyorum doğrusu...Keşke diyorum ,durdursaydınız zamanı ,bizler için , ama nereden bilebilirdiniz ki... Yaşam çok garip...
Bugün , dünden yarını çıkartıp elde ettiğin bir sonuç bence...Elde olan ve bilinçli olarak anlam verdiğini düşündüğün bir şey...Bulunduğun yer , zaman , mekan , algılar her şey değişiyor zamanla...Ama şu böceğin ismi “bok” ya hala, en çok da buna canım sıkılıyor...
Sempatik Değilim...
Mavi veya beyaz tek renk gömlek , üstünde siyah düz bir kravat ve ardından gelen genellikle siyah kumaş pantolon , gömleğin yaka kısmında veya sol üst cebinde ise gözlüğüyle bir "bankacı insanı" güruhu var dünyada...Aslında bu insanları gördüğünüzde herhangi bir meslekten olabilir diye düşünebilirsiniz fakat bana bu insanlar genelde “bankacı” olarak görünüyor...Yoğun tempoya rağmen gömleğin terden tek bir damla bile nasibini almayacak olması buna delalettir...Bu insanlar büyük bir ihtimal bankacıdır,yürüyüşlerinden bile anlayabilirsiniz...Bu insanlarda yargıya vardığım veya varamadığım nokta şu : bu insanlar bankacı olmasa bile , mutlaka gün içinde bankayla bir şekilde işleri olan insanlar...Yani bunlar , gün içinde bir şekilde havale , eft , kredi kartıyla işlem , çek-senet işlemi yapmıyorsa gelin beni bulun...Bankacı görünümlü veya bankacı insanların dışardan tanınmasında onların suçu yok aslında , çünkü her şey ortada bana kalırsa...
Tanımadığınız bir insanın normalde ilk olarak gözlerine bakarsınız , bu insanın doğal olarak yaptığı bir eylem...Sonrasında ise simasını bir şekilde beyninize kaydeder ve o kişiyi tekrar gördüğünüzde o şekilde hatırlarsınız...Bu duruma tam ters, anlamadığım birtakım insanlar var : gözlerindeki gözlüğün yüzü tamamen kapladığı , üstüne giydiği 'tablo vari giysiler'le akıl oyunu yaparmış havası veren insanlar...Genellikle kadınlarda görüyoruz bu durumu...Üzerinde tamamen pastoral bir eser de olabiliyor bu , bir yüz şekli de olabiliyor ama kesinlikle o kişiyi gözlerinden hatırlamıyorsunuz bir daha gördüğünüzde...Çeşitli böcek resmi olabilir,şelale resmi olabilir,güneş resmi olabilir veya herhangi bir şey...Ama kişinin kendisiyle alakası yok...İşte ben bunu anlamıyorum...Dikkatin çekilmesi gereken giysi mi kişinin kendi hezeyanları mı çözemiyorum, zaten o sırada da gitmiş oluyor o kişi...Bazılarında ise , 'tişörtüme bakın' isteği oluşturuyor bu durum ; 'bakın üstümde ne var , ona bakın beni öyle hatırlayın(!)'...
Çocukları tehdit eden anneler var...Bunlar hep vardı , var olacaklar...Çocukla baş etmeyi bir meslek haline getirmek nasıl edinilen bir yeti, bilmiyorum...Yani aslında o zamana kadar büyüttüğü çocuğunu ,artık 'halletmesi gereken bir iş'miş gibi gören bir düşünce sistemi bu...Geçenlerde görmüştüm , eğer ki annesinin sözünden çıkarsa (ki bu çocuk halihazırda bu duruma ters düşecek bir davranışta bulundu )şu cümleyi duyacaktı ve duydu da : “Bak beni sinirlendirme Zehra kendini İstanbul’da bulursun...” Bulunduğu tatil yöresine işini getiren , işini halledemeyen ve 'tatile iş getiren bir annenin içinden çıkılmaz durumu'nu çok önemsemedim ,bunu çoktan hak etmişti diye düşündüm...Bunu yapmayın artık yani , çocuk zaten sikimsonik bir varlık olduğu için tek başına o tatil yerinde senin sözünden çıkıp rahat rahat bir şey de yapamaz , kendi başına İstanbul’a da gidemez...O yüzden rahat olmak lazım biraz...
Bir başka anne daha vardı , benim gibi zaman zaman sıkılmaktan sıkılan bir çocukla baş etmeye çalışıyordu...Çocuk kendini bir o tarafa bir öbür tarafa savuruyordu ve annesine , gezegene yaklaşan meteroit gibi alev alev yaklaşıp yörüngeden uzaklaşıyordu...'Dünya ana'nın ise bu durumdan hayli gıcık kapması ve çocuğu alt etmeye çalışması zordu ve yersizdi...Zaten çocuk atmosferde kendi kendine yanıp sönecekti biraz sonra...Bazen anlamıyorum , annesi bile olsan bir çocuğun , o çocuk istediği yaramazlığı yapacaktır buna engel olamazsın ve çocuk bunu sana inat yapmaktan mutluluk duyacaktır...Kimse kusura bakmasın bence...Evet ukalayım...
Kadınların , erkekler hakkında yaptıkları bana göre sığ bir yorum olan “erkekler de sadece futbol, araba ve kadından konuşuyor canım ” cümlesine bir erkek olarak zaman zaman ben de katılıyorum...Gerçekten bazen , “bir yerden bir yere tam depoyla gidebilme” muhabbeti açıldığı zaman susmak bilmeyen bazı adamlar görüyoruz...Kadınlardaki genel bir huy olan “asıl olaya gelene kadar bütün detayları önceden anlatma” huyu erkeklere yansıyınca kötü oluyor...Kadında kabullenebiliyoruz ama erkeklerde pek bir sıkıcı oluyor bu durum...Tamam kardeşim tek bir depoyla bilmem kaç yüz kilometre gelmişsin aferin , ne yapabiliriz ? Ama yok illaki , kaçıncı kilometrede deponun kaçta kaçının kaldığı , dizel arabanın diğerlerine göre farkı , bir dizel aracın diğer dizel araçla karşılaştırılması gibi konular uzadıkça uzuyor...Ben ise bu tür durumlarda , kendini İstanbul’da bulmakla tehdit edilen Zehra’nın zorba annesinden ve tam depoyla konuştukları masaya kadar gelebilen Zehra’nın babasından kaçıyorum...
Tanımadığınız bir insanın normalde ilk olarak gözlerine bakarsınız , bu insanın doğal olarak yaptığı bir eylem...Sonrasında ise simasını bir şekilde beyninize kaydeder ve o kişiyi tekrar gördüğünüzde o şekilde hatırlarsınız...Bu duruma tam ters, anlamadığım birtakım insanlar var : gözlerindeki gözlüğün yüzü tamamen kapladığı , üstüne giydiği 'tablo vari giysiler'le akıl oyunu yaparmış havası veren insanlar...Genellikle kadınlarda görüyoruz bu durumu...Üzerinde tamamen pastoral bir eser de olabiliyor bu , bir yüz şekli de olabiliyor ama kesinlikle o kişiyi gözlerinden hatırlamıyorsunuz bir daha gördüğünüzde...Çeşitli böcek resmi olabilir,şelale resmi olabilir,güneş resmi olabilir veya herhangi bir şey...Ama kişinin kendisiyle alakası yok...İşte ben bunu anlamıyorum...Dikkatin çekilmesi gereken giysi mi kişinin kendi hezeyanları mı çözemiyorum, zaten o sırada da gitmiş oluyor o kişi...Bazılarında ise , 'tişörtüme bakın' isteği oluşturuyor bu durum ; 'bakın üstümde ne var , ona bakın beni öyle hatırlayın(!)'...
Çocukları tehdit eden anneler var...Bunlar hep vardı , var olacaklar...Çocukla baş etmeyi bir meslek haline getirmek nasıl edinilen bir yeti, bilmiyorum...Yani aslında o zamana kadar büyüttüğü çocuğunu ,artık 'halletmesi gereken bir iş'miş gibi gören bir düşünce sistemi bu...Geçenlerde görmüştüm , eğer ki annesinin sözünden çıkarsa (ki bu çocuk halihazırda bu duruma ters düşecek bir davranışta bulundu )şu cümleyi duyacaktı ve duydu da : “Bak beni sinirlendirme Zehra kendini İstanbul’da bulursun...” Bulunduğu tatil yöresine işini getiren , işini halledemeyen ve 'tatile iş getiren bir annenin içinden çıkılmaz durumu'nu çok önemsemedim ,bunu çoktan hak etmişti diye düşündüm...Bunu yapmayın artık yani , çocuk zaten sikimsonik bir varlık olduğu için tek başına o tatil yerinde senin sözünden çıkıp rahat rahat bir şey de yapamaz , kendi başına İstanbul’a da gidemez...O yüzden rahat olmak lazım biraz...
Bir başka anne daha vardı , benim gibi zaman zaman sıkılmaktan sıkılan bir çocukla baş etmeye çalışıyordu...Çocuk kendini bir o tarafa bir öbür tarafa savuruyordu ve annesine , gezegene yaklaşan meteroit gibi alev alev yaklaşıp yörüngeden uzaklaşıyordu...'Dünya ana'nın ise bu durumdan hayli gıcık kapması ve çocuğu alt etmeye çalışması zordu ve yersizdi...Zaten çocuk atmosferde kendi kendine yanıp sönecekti biraz sonra...Bazen anlamıyorum , annesi bile olsan bir çocuğun , o çocuk istediği yaramazlığı yapacaktır buna engel olamazsın ve çocuk bunu sana inat yapmaktan mutluluk duyacaktır...Kimse kusura bakmasın bence...Evet ukalayım...
Kadınların , erkekler hakkında yaptıkları bana göre sığ bir yorum olan “erkekler de sadece futbol, araba ve kadından konuşuyor canım ” cümlesine bir erkek olarak zaman zaman ben de katılıyorum...Gerçekten bazen , “bir yerden bir yere tam depoyla gidebilme” muhabbeti açıldığı zaman susmak bilmeyen bazı adamlar görüyoruz...Kadınlardaki genel bir huy olan “asıl olaya gelene kadar bütün detayları önceden anlatma” huyu erkeklere yansıyınca kötü oluyor...Kadında kabullenebiliyoruz ama erkeklerde pek bir sıkıcı oluyor bu durum...Tamam kardeşim tek bir depoyla bilmem kaç yüz kilometre gelmişsin aferin , ne yapabiliriz ? Ama yok illaki , kaçıncı kilometrede deponun kaçta kaçının kaldığı , dizel arabanın diğerlerine göre farkı , bir dizel aracın diğer dizel araçla karşılaştırılması gibi konular uzadıkça uzuyor...Ben ise bu tür durumlarda , kendini İstanbul’da bulmakla tehdit edilen Zehra’nın zorba annesinden ve tam depoyla konuştukları masaya kadar gelebilen Zehra’nın babasından kaçıyorum...
Aneurysm
Dün gece bir yazı yazmıştım ve yaklaşık bir saati aşkın bir sürenin sonunda , ctrl+a , del + ctrl+s kombinasyonuyla bunu yok etmiştim...Aslında bunu sık sık yapıyorum...Kendimi neden eleştirmeyim ki diye düşündüğümden bu yazıyı yazmaya karar verdim...Aslına bakılırsa insan, kendi iç sorgulamasını yaparken acımasız oldukça daha bir zevk alabiliyor diye düşünüyorum...Bunu yaparken bu durumun kimsenin umurunda olmaması da ona ek bir özgüven sağlıyor olabilir...Kendimle çelişmek sanırım yaşadığımın kanıtı bu noktada...Kendisiyle çelişmeyen bir insanı düşünün ? Robottan farkı nedir bu insanın ? Yaptıklarında her bir adımını hesaplayan ve düşünen , işler düşündüğü gibi gitmediğinde bunu yalnızca yaptığı planlarda bir eksiklik olarak addeden insanları düşünün...İnsan tutarlı olmamalı bence...Tutarlı olmaya çalışırken yaptığı yanlış eylemler , cidden tutarsız olduğu eylemlerden daha zararlı diye düşünüyorum...Kendime baktığımda , bunu önceleri bir sorun olarak görürdüm ama sonrasında doğru ve yanlışları birbirine karıştırmaya başladığımdan beri önemsemez oldum...Bilmiyorum...İnsanlar bana aptal veya salak dediklerinde bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum...Mantıklı düşünmekten sıkılmış bir insanın iç çığlıklarını eminim birçoğunuz anlamıyordur...Zaten bu durum insanların işine gelmez , doğru söyleyeni dokuz köyden kovdukları için...Yanlış söylemek , doğruyu olduğundan farklı söylemek her zaman daha güzel ve eğlenceli...Yalan belki de bu yüzden tatlı...Tatlı ve güzel olan kısa sürüyor ; ama doğru ve gerçek her zaman daha kalıcı ve acı oluyor...Bilmiyorum , bazen yaptıklarımdan ben bile emin olmuyorum , insanlara kendimi yansıtamadığım sürece kendimi bulduğuma inanıyorum ve bu yüzden kendimi biraz soyutladım diyebilirim...Onlar bunu önemsemediği için , kendi umarsızlığıma biraz daha katkı sağlamış oluyorlar bilmeden...Bu da benim istediğim şey zaten...Kesinlikle bilmek , öğrenmek bazen bilmemenin yanında değersiz kalıyor..."Cehalet mutluluktur" diyorum...Evet gerçekten mutluluk...Öğrendiğini sandığınla , bilmediğini kavramak arasında çok fark var...Bilmediğini kavramak her zaman daha hoş , daha çok çaba sarf edilmesi gereken ve elde edilen , somut bir şey bana kalırsa...
Elbette bunlar , kendi düşüncelerim ve arkasında durmama da gerek yok...Artık insanlarda sapıtmanın gerekli olduğunu düşünüyorum...Kuralları yıkmak ancak böyle mümkün olur...Yoksa konuşmak kolay...Herkes konuşabiliyor , ağız herkeste var...Eyleme geçmek ise herkesin harcı değil...Düşünürken bile kendini soyutlayamazken , laf söylemenin seni mutlu eden bir tarafı olmasa gerek...Hayat zaten kısa ve elinde tutabildiklerin sınırlı , sahip oldukların sahip olamadıklarından daha az...Fikirlerin ise tamamen senin beyninde ve dışarı çıktığı anda dehşet saçabilecek nitelikte...Geçenlerde bir yazı gözüme takılmıştı ve çok beğenmiştim...İstediğini yapabildiğinin farkına ne zaman varacaksın ? mahiyetinde bir yazıydı...Evet gerçekten ne zaman varacaksın farkına bunun ? Farkına varmadan geçirdiğin sürenin bittiğini anladığında ise çok geç olacağının farkında değilsin...Her şeyi bilmeye uğraşmıyorum...Bilgili olmak belki de en büyük zehir...Heyecanı yok...Kurallı ve negatif...Dünyanın çok küçük bir yer olduğunun farkında olmadığın zaman , kendini çok büyük zannedersin...Dev aynalarıyla dolu bir evde yaşarsın ve bakış açın daralır , çünkü artık her şeyi biliyorsundur ve mutlu değilsindir...Düşünsene her şeyi biliyorsun , merak etmeye ihtiyacın yok...Keşke hafızamı silmek gibi bir seçeneğim olsaydı...Böylece daha saf ve temiz bir beyne sahip olurdum...Dünyadaki her şeyi gördüğümü , yaşadığımı iddia etmiyorum...Kendimi bildiğimi hiç sanmıyorum...Bilmek istemiyorum...Bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapmak istiyorum...Ben 'salağım'...Evet bunu sen diyemezsin...Bana ukala olduğumu ve düşüncelerimi kanıtlayamadığımı göster...Ben de bunu istiyorum zaten...Amacımın olmadığını anlamanı istiyorum...Bana gerçeği verme , “gerçeğin gücüyle dünyayı fethetmek” değil , bilgisizliğin bedenime hakim olmaya çalıştığı, 'beni' fethetmeye çalıştığı dünyayı istiyorum...
Nefes mi alıyorsun ? İşte busun , arkanda ordularla gel bana , bense tekim...Bana uymak zorunda bıraktığın kurallarla değil , yıkılabilecek korkusunu taşıdığın kurallarla gel...Düşüncelerimle yarattığım dünya seninkinden büyük işte , bunu anla...Bilmek , her şey değil...Bilmemek her şey...Nefes alıp beynini çalıştırdığını mı iddia ediyorsun , gerçek dediğin şeyin gerçek olduğunu mu iddia ediyorsun ? Bunu bana kanıtlamaya çalıştığını gördükçe gülüyorum ve zaten umrumda olmadığını bilmediğin için mutlu oluyorum..."Cehalet mutluluktur"...Ölene kadar biz aptal insanlar,sizin o mantık adını verdiğiniz denizde yüzüyoruz , siz ise o denizde boğuluyorsunuz...Alaycı gözlerle baktığınız insanları kendinize benzetme telaşınız niye ? Bana öğrenmek istemenizin sebebini söyleyin...Bilginin gücünü söyleyin bana , o sahte görüntüyü kanıtlayın bana yalan argümanlarınızla...Duyduğunuz şeylerin , sırf duyduğunuz için doğru olduğunu düşünün , duymak istemediklerinize ise kulaklarınızı tıkayın...Kendinizi var saymayın , her gün yok oluyorsunuz , çürüyorsunuz...Düşünce adını verdiğiniz o değerli şeyin , kendi aleyhinizde olanlarına 'paçavra' deyin , mantıksız deyin , somut değil deyin...Zaten bunun elle tutulur olduğunu kim iddia etmiş ki ? Ben salağım ve aptalım , bana gülün , gülün ki gülmeyi öğrenin...Gülmek nedir onu bilmiyorsunuz bunu öğrenin ve mutlu olduğunuzu sanın...Düşünün ki aptallar her gün size gülüyor ve bu onların zaten bilerek yaptıkları bir şey değil ve bundan mutlular..."Cehalet mutluluktur"...
Sahip olduğunuz teoriler ,formüller, fikirler , hepsi çıkmaz sokak...Buna inanmak istemiyorsunuz ...Artık bırakın şu çok bilmişliğinizi...O sokağın sonunda , kendinizi ölü bulmak en mutlu anınız olmayacak...Bırakın , yaşamak sizin harcınız değil...Bildiğinizi varsaydığınız her şeyin aslında öyle olmadığını düşünün ve anlayın...Doğru ve yanlış diye sınırlandırmayın...Doğru ve yanlışın olmadığının farkına vardığınız anı unutmayı çoktan başardıysanız , çoktan kaybettiniz...
Bana dokunamıyorsunuz , beni cehaletimle mutlu olduğum için eleştiriyorsunuz ve bunu matah bir şey sanıyorsunuz değil mi ? Evet , çok haklısınız...Sizin bütün derdiniz 'haklı olmak' zaten , bilmek , öğrenmek , bilgi sahibi olmak...Sahip olmak , kendinize bile sahip olmak ve düşüncelerinizi zindana atmak...Düştüğünüz karanlık kuyudan sizi çıkaracak olan o bilgileriniz değil...Bunu anlamaya çalışın...Size bakan insanlara , düşüncelerini sorun , önemsemeyin , sorun yine de cevapları dinlemeyin...İşte busunuz...Bilmek isteyip , öğrendiklerinizle korktuğunuz dünyadasınız...O dünya sizin değil , o dünya sahip olmayanların dünyası...Kendinize sormaya geldiğinde iş , bunu yapmayı ancak hayal edersiniz...Kendinizle yüzleşmek , kabul etmediğinizi kabul etmek gibi bir şey sizin için...Gerçekten bunu başarmak istediğinizi ise hiç zannetmiyorum...Bana bilinmeyeni verin , bildiğimi değil...Bilmediğimi söyleyin ki bilmemeye devam edeyim...İşte ben bununla mutlu olurum ancak...Beni eleştirin ve yargılayın , mantık mahkemelerinizde yargılayın ve yargısız infaz edin...Bunu sırf yapmış olmak için yapın , hani konuşmak için konuşuyorsunuz ya onun gibi , çok da zor değil...Suratıma bakıp , gerçekten merak ediyormuş gibi yapıp , sizi anlamadığımı sanıp kendi argümanlarınızı sunmaya-dayatmaya- devam edin , niteliksiz ve çelimsiz , ama sizce doğru...Derdiniz bu zaten...Bir şey bildiğinizi sanıp , bunu biliyormuş kisvesine büründürmek...Karşımda bir şeyleri ispat etme çabanız ise gülünç açıkcası , neden bocalıyorsunuz sürekli ? Bana cevap vermeden önce , kendini cevapla...Ben dinlemekten bıkmam , siz ise duymaya bile tahammül edemezsiniz...Beni asın ve anlamlandıramadığınız her bir şey için , bahane bulun ve bunun için çalışın , çabalayın...Bilginizle sürünün ve bütün sahip olduklarınızla övünün...Bu size has bir davranış...Emin olun hiçbir şeyiniz umrumda değil...Derdinizi yine dert edinin , eklemlerinize nüfuz eden yüklere tekrar boyun eğin ve sürünün...İçinde bulunduğunuz bilgi bataklığında boğulun ve gamla dolu dünyanızda nefes almaya çalışın...Elem, sizi üstünde durmayı becerdiğinizi sandığınız yerin en diplerine çekecektir...Bununla övünün ve artık susun...
Evet sizi anlamıyorum...Anlamak istemiyorum ve yaşıyorum , sizli ama sizsiz kendi 'cehaletimle mutlu' dünyamda...
Elbette bunlar , kendi düşüncelerim ve arkasında durmama da gerek yok...Artık insanlarda sapıtmanın gerekli olduğunu düşünüyorum...Kuralları yıkmak ancak böyle mümkün olur...Yoksa konuşmak kolay...Herkes konuşabiliyor , ağız herkeste var...Eyleme geçmek ise herkesin harcı değil...Düşünürken bile kendini soyutlayamazken , laf söylemenin seni mutlu eden bir tarafı olmasa gerek...Hayat zaten kısa ve elinde tutabildiklerin sınırlı , sahip oldukların sahip olamadıklarından daha az...Fikirlerin ise tamamen senin beyninde ve dışarı çıktığı anda dehşet saçabilecek nitelikte...Geçenlerde bir yazı gözüme takılmıştı ve çok beğenmiştim...İstediğini yapabildiğinin farkına ne zaman varacaksın ? mahiyetinde bir yazıydı...Evet gerçekten ne zaman varacaksın farkına bunun ? Farkına varmadan geçirdiğin sürenin bittiğini anladığında ise çok geç olacağının farkında değilsin...Her şeyi bilmeye uğraşmıyorum...Bilgili olmak belki de en büyük zehir...Heyecanı yok...Kurallı ve negatif...Dünyanın çok küçük bir yer olduğunun farkında olmadığın zaman , kendini çok büyük zannedersin...Dev aynalarıyla dolu bir evde yaşarsın ve bakış açın daralır , çünkü artık her şeyi biliyorsundur ve mutlu değilsindir...Düşünsene her şeyi biliyorsun , merak etmeye ihtiyacın yok...Keşke hafızamı silmek gibi bir seçeneğim olsaydı...Böylece daha saf ve temiz bir beyne sahip olurdum...Dünyadaki her şeyi gördüğümü , yaşadığımı iddia etmiyorum...Kendimi bildiğimi hiç sanmıyorum...Bilmek istemiyorum...Bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapmak istiyorum...Ben 'salağım'...Evet bunu sen diyemezsin...Bana ukala olduğumu ve düşüncelerimi kanıtlayamadığımı göster...Ben de bunu istiyorum zaten...Amacımın olmadığını anlamanı istiyorum...Bana gerçeği verme , “gerçeğin gücüyle dünyayı fethetmek” değil , bilgisizliğin bedenime hakim olmaya çalıştığı, 'beni' fethetmeye çalıştığı dünyayı istiyorum...
Nefes mi alıyorsun ? İşte busun , arkanda ordularla gel bana , bense tekim...Bana uymak zorunda bıraktığın kurallarla değil , yıkılabilecek korkusunu taşıdığın kurallarla gel...Düşüncelerimle yarattığım dünya seninkinden büyük işte , bunu anla...Bilmek , her şey değil...Bilmemek her şey...Nefes alıp beynini çalıştırdığını mı iddia ediyorsun , gerçek dediğin şeyin gerçek olduğunu mu iddia ediyorsun ? Bunu bana kanıtlamaya çalıştığını gördükçe gülüyorum ve zaten umrumda olmadığını bilmediğin için mutlu oluyorum..."Cehalet mutluluktur"...Ölene kadar biz aptal insanlar,sizin o mantık adını verdiğiniz denizde yüzüyoruz , siz ise o denizde boğuluyorsunuz...Alaycı gözlerle baktığınız insanları kendinize benzetme telaşınız niye ? Bana öğrenmek istemenizin sebebini söyleyin...Bilginin gücünü söyleyin bana , o sahte görüntüyü kanıtlayın bana yalan argümanlarınızla...Duyduğunuz şeylerin , sırf duyduğunuz için doğru olduğunu düşünün , duymak istemediklerinize ise kulaklarınızı tıkayın...Kendinizi var saymayın , her gün yok oluyorsunuz , çürüyorsunuz...Düşünce adını verdiğiniz o değerli şeyin , kendi aleyhinizde olanlarına 'paçavra' deyin , mantıksız deyin , somut değil deyin...Zaten bunun elle tutulur olduğunu kim iddia etmiş ki ? Ben salağım ve aptalım , bana gülün , gülün ki gülmeyi öğrenin...Gülmek nedir onu bilmiyorsunuz bunu öğrenin ve mutlu olduğunuzu sanın...Düşünün ki aptallar her gün size gülüyor ve bu onların zaten bilerek yaptıkları bir şey değil ve bundan mutlular..."Cehalet mutluluktur"...
Sahip olduğunuz teoriler ,formüller, fikirler , hepsi çıkmaz sokak...Buna inanmak istemiyorsunuz ...Artık bırakın şu çok bilmişliğinizi...O sokağın sonunda , kendinizi ölü bulmak en mutlu anınız olmayacak...Bırakın , yaşamak sizin harcınız değil...Bildiğinizi varsaydığınız her şeyin aslında öyle olmadığını düşünün ve anlayın...Doğru ve yanlış diye sınırlandırmayın...Doğru ve yanlışın olmadığının farkına vardığınız anı unutmayı çoktan başardıysanız , çoktan kaybettiniz...
Bana dokunamıyorsunuz , beni cehaletimle mutlu olduğum için eleştiriyorsunuz ve bunu matah bir şey sanıyorsunuz değil mi ? Evet , çok haklısınız...Sizin bütün derdiniz 'haklı olmak' zaten , bilmek , öğrenmek , bilgi sahibi olmak...Sahip olmak , kendinize bile sahip olmak ve düşüncelerinizi zindana atmak...Düştüğünüz karanlık kuyudan sizi çıkaracak olan o bilgileriniz değil...Bunu anlamaya çalışın...Size bakan insanlara , düşüncelerini sorun , önemsemeyin , sorun yine de cevapları dinlemeyin...İşte busunuz...Bilmek isteyip , öğrendiklerinizle korktuğunuz dünyadasınız...O dünya sizin değil , o dünya sahip olmayanların dünyası...Kendinize sormaya geldiğinde iş , bunu yapmayı ancak hayal edersiniz...Kendinizle yüzleşmek , kabul etmediğinizi kabul etmek gibi bir şey sizin için...Gerçekten bunu başarmak istediğinizi ise hiç zannetmiyorum...Bana bilinmeyeni verin , bildiğimi değil...Bilmediğimi söyleyin ki bilmemeye devam edeyim...İşte ben bununla mutlu olurum ancak...Beni eleştirin ve yargılayın , mantık mahkemelerinizde yargılayın ve yargısız infaz edin...Bunu sırf yapmış olmak için yapın , hani konuşmak için konuşuyorsunuz ya onun gibi , çok da zor değil...Suratıma bakıp , gerçekten merak ediyormuş gibi yapıp , sizi anlamadığımı sanıp kendi argümanlarınızı sunmaya-dayatmaya- devam edin , niteliksiz ve çelimsiz , ama sizce doğru...Derdiniz bu zaten...Bir şey bildiğinizi sanıp , bunu biliyormuş kisvesine büründürmek...Karşımda bir şeyleri ispat etme çabanız ise gülünç açıkcası , neden bocalıyorsunuz sürekli ? Bana cevap vermeden önce , kendini cevapla...Ben dinlemekten bıkmam , siz ise duymaya bile tahammül edemezsiniz...Beni asın ve anlamlandıramadığınız her bir şey için , bahane bulun ve bunun için çalışın , çabalayın...Bilginizle sürünün ve bütün sahip olduklarınızla övünün...Bu size has bir davranış...Emin olun hiçbir şeyiniz umrumda değil...Derdinizi yine dert edinin , eklemlerinize nüfuz eden yüklere tekrar boyun eğin ve sürünün...İçinde bulunduğunuz bilgi bataklığında boğulun ve gamla dolu dünyanızda nefes almaya çalışın...Elem, sizi üstünde durmayı becerdiğinizi sandığınız yerin en diplerine çekecektir...Bununla övünün ve artık susun...
Evet sizi anlamıyorum...Anlamak istemiyorum ve yaşıyorum , sizli ama sizsiz kendi 'cehaletimle mutlu' dünyamda...
Yaftalar:
bilgi,
cehalet mutluluktur,
mutluluk,
öğrenmek
Sempatik Değilim...
Telefonda konuşurken herkesin konuşma şekli farklılık gösteriyor ama bazı insanları gerçekten anlamıyorum bu konuda...Rahatsız da oluyorum bu durumdan...Daha bugün otobüste bunlardan birine rastladım...Adam ,apaçi müziği versiyon 2 biraz çaldıktan sonra telefonunu açtı ve ne “alo” ne de “efendim” dedi...Elbetteki bunları demek zorunda değildi...Ben de pek kullanmak istemem genelde alo'yu...Adam karşısındakine “ha” dedi yüksek sesle , ardından “hea” dedi dinler modda ,sonra araya “he” diye sıkıştırdı...Konuşmaya geçecek mi diye merakla bekledim ama son olarak “ey” dedi...Bunu bilinçli mi yapıyordu bilmiyorum ama çevresindeki herkes rahatsız olmuştu ve adam farkında değildi...Ondan sonra “ya gelicez abi” falan dedi...Devamını hiç önemsemedim...
Buna ek olarak telefonda bağırarak konuşma mevzusu var ki onu da anlamış değilim...Yani bu da bir tür alışkanlık mı bilmiyorum , en yakınlarım bile bazen telefonda bağırarak konuşuyor...Birincisi bağırınca sesin daha çok gitmiyor bunu bilmen lazım , ikincisi GSM operatörleri de halihazırda şu “çekme” konusunda kendilerini geliştirdiklerini söylüyorlar...Bunu bir ara araştırmıştım ben acaba insanlar telefonda niye bağırıyor diye...Aldığım bir cevap vardı , hala o cevap aklımdadır : “insanlar telefon Türkiye’ye ilk geldiğinde tam olarak nasıl konuşacaklarını bilmiyorlardı ve bu yüzden bağırıyorlardı” ...Aslında bu cevap beni pek kesmedi çünkü günümüzde hala böyle bağırarak konuşan insanlar var ve bunu mantıksız buluyorum...
Teknosa vb. gibi yerlere alışveriş merkezlerine gittiğimde genelde uğrarım...Geçenlerde bilgisayarlarla ilgili bir soru sordum oradaki görevli adama...Soruyu tam olarak doğru soramadığımı düşündüm ama bana yardım da etmediler neyi merak ettiğim konusunda...Genel olarak buradaki görevli adamları anlamıyorum , beyaz veya turuncu tişört giyip ardından ceplerinin üstünde bir isimle öylesine dolaşıyorlar..."G6’lar nasıl bilgisayarlar ,diğer seriden ne farkı var?" diye soruyorum oralı olmuyor...Bir de böyle yerlerde soruyu ilk sorduğun adam tam olarak sorunu cevaplamıyor...İllaki uzakta meşgul olan bir arkadaşını çağırıyor...Bunu da anlamış değilim...Zaten surat olarak pek bir asık suratlılar ve yardımcı olmak konusunda da başarısızlar...Sanırım bunun nedeni oradan çok fazla bilgisayar alınmaması...
Bu yaşadığın şehirden başka bir şehire gittiğinde orada geçirdiğin ilk günkü yaşanan yabancılığı anlamıyorum...Elbette bu doğal bir durum diyeceksiniz ama bu bana hep garip gelmiştir...Neden ki yani? Sonuçta ben de o şehirde yaşayan insanlarla aynı otobüse biniyorum , ben de aynı koltuklara oturuyorum ama sonunda yine ben heyecanlı oluyorum...Veya ben öyle hissediyorum , gözler hep üstümdeymiş gibi(bakın bakın o şehrimize yabancı bir insan)...Meraklı bakışlarım , semtleri tanıma uğraşım filan...Çoğu zaman da zaten yaşadığım şehre yabancı biri gelirse onları hemen tanıyorum ve yardımcı olmaya çalışıyorum ki yabancılık çekmesin...Zaten genel olarak sürekli yol ve yer sorulan bir kişiyim , tipim mi buna elverişli bilmiyorum , her yerin tarifini veren uzman oldum çıktım...
Küçüklükten beri taşıdığım -özünde saçma sapan- bir huyum var...Huy da değil aslında ; içten gelen istemsiz davranış şekli gibi bir şey..."Dışarda yemek yerken , insanların hepsinin bana bakıyor olması ihtimalini düşünmek"...Herkes bana bakıyor diye düşünürüm ve bu yüzden dışarıda yemek yemeyi sevmem...Sevemedim bir türlü...Bu, yanımda başka birileri varken de oluyor , yani karşımdaki insan özellikle beni izliyormuş düşüncesine kapılıyorum...Yine de dışarda yiyorum yemek sorun olmuyor ama genelde hissiyatım bu yönde...Bunun sebebi benim evde yayıla yayıla veya rahat rahat yeme isteğim olabilir , bilmiyorum...Başka şeyler de olabilir...
Son olarak şu "çatalı sağ elle mi sol elle mi tutmalıyız" sorunsalına değineceğim...Ben solağım önceki yazılarımda da bahsetmiştim , ama yemek yerken genelde çatalı sağ elle tutuyorum,bıçak solda...Geçenlerde okulda yemek yerken solla tutmuştum çatalı , bunda da çok zorlanmıyorum , ama anlamadığım durum bunun eleştirilmesi...Yani solla tutunca sanki bir sorun varmış gibi ,insanlara garip geliyor ve neden sağ ile tutmuyorsun diye eleştiriliyorsun...Bazı kişilere göre de çatalı sol elle tutmak artistliğin , aristokratlığın,dine aykırılığın simgesi gibi görülüyor ama bence hiç de öyle değil ,aksine solda tutmak bazen daha güzel oluyor,insanların inadına yapıyorum bunu...Sonuç olarak insan yemek yerken hangi elini daha rahat kullanıyorsa onu kullanmalı bence...
Buna ek olarak telefonda bağırarak konuşma mevzusu var ki onu da anlamış değilim...Yani bu da bir tür alışkanlık mı bilmiyorum , en yakınlarım bile bazen telefonda bağırarak konuşuyor...Birincisi bağırınca sesin daha çok gitmiyor bunu bilmen lazım , ikincisi GSM operatörleri de halihazırda şu “çekme” konusunda kendilerini geliştirdiklerini söylüyorlar...Bunu bir ara araştırmıştım ben acaba insanlar telefonda niye bağırıyor diye...Aldığım bir cevap vardı , hala o cevap aklımdadır : “insanlar telefon Türkiye’ye ilk geldiğinde tam olarak nasıl konuşacaklarını bilmiyorlardı ve bu yüzden bağırıyorlardı” ...Aslında bu cevap beni pek kesmedi çünkü günümüzde hala böyle bağırarak konuşan insanlar var ve bunu mantıksız buluyorum...
Teknosa vb. gibi yerlere alışveriş merkezlerine gittiğimde genelde uğrarım...Geçenlerde bilgisayarlarla ilgili bir soru sordum oradaki görevli adama...Soruyu tam olarak doğru soramadığımı düşündüm ama bana yardım da etmediler neyi merak ettiğim konusunda...Genel olarak buradaki görevli adamları anlamıyorum , beyaz veya turuncu tişört giyip ardından ceplerinin üstünde bir isimle öylesine dolaşıyorlar..."G6’lar nasıl bilgisayarlar ,diğer seriden ne farkı var?" diye soruyorum oralı olmuyor...Bir de böyle yerlerde soruyu ilk sorduğun adam tam olarak sorunu cevaplamıyor...İllaki uzakta meşgul olan bir arkadaşını çağırıyor...Bunu da anlamış değilim...Zaten surat olarak pek bir asık suratlılar ve yardımcı olmak konusunda da başarısızlar...Sanırım bunun nedeni oradan çok fazla bilgisayar alınmaması...
Bu yaşadığın şehirden başka bir şehire gittiğinde orada geçirdiğin ilk günkü yaşanan yabancılığı anlamıyorum...Elbette bu doğal bir durum diyeceksiniz ama bu bana hep garip gelmiştir...Neden ki yani? Sonuçta ben de o şehirde yaşayan insanlarla aynı otobüse biniyorum , ben de aynı koltuklara oturuyorum ama sonunda yine ben heyecanlı oluyorum...Veya ben öyle hissediyorum , gözler hep üstümdeymiş gibi(bakın bakın o şehrimize yabancı bir insan)...Meraklı bakışlarım , semtleri tanıma uğraşım filan...Çoğu zaman da zaten yaşadığım şehre yabancı biri gelirse onları hemen tanıyorum ve yardımcı olmaya çalışıyorum ki yabancılık çekmesin...Zaten genel olarak sürekli yol ve yer sorulan bir kişiyim , tipim mi buna elverişli bilmiyorum , her yerin tarifini veren uzman oldum çıktım...
Küçüklükten beri taşıdığım -özünde saçma sapan- bir huyum var...Huy da değil aslında ; içten gelen istemsiz davranış şekli gibi bir şey..."Dışarda yemek yerken , insanların hepsinin bana bakıyor olması ihtimalini düşünmek"...Herkes bana bakıyor diye düşünürüm ve bu yüzden dışarıda yemek yemeyi sevmem...Sevemedim bir türlü...Bu, yanımda başka birileri varken de oluyor , yani karşımdaki insan özellikle beni izliyormuş düşüncesine kapılıyorum...Yine de dışarda yiyorum yemek sorun olmuyor ama genelde hissiyatım bu yönde...Bunun sebebi benim evde yayıla yayıla veya rahat rahat yeme isteğim olabilir , bilmiyorum...Başka şeyler de olabilir...
Son olarak şu "çatalı sağ elle mi sol elle mi tutmalıyız" sorunsalına değineceğim...Ben solağım önceki yazılarımda da bahsetmiştim , ama yemek yerken genelde çatalı sağ elle tutuyorum,bıçak solda...Geçenlerde okulda yemek yerken solla tutmuştum çatalı , bunda da çok zorlanmıyorum , ama anlamadığım durum bunun eleştirilmesi...Yani solla tutunca sanki bir sorun varmış gibi ,insanlara garip geliyor ve neden sağ ile tutmuyorsun diye eleştiriliyorsun...Bazı kişilere göre de çatalı sol elle tutmak artistliğin , aristokratlığın,dine aykırılığın simgesi gibi görülüyor ama bence hiç de öyle değil ,aksine solda tutmak bazen daha güzel oluyor,insanların inadına yapıyorum bunu...Sonuç olarak insan yemek yerken hangi elini daha rahat kullanıyorsa onu kullanmalı bence...
At
Anlamadığım bazı kalıp sözler var...Deyim atasözü gibi , ama duyduğum zaman anlamlandıramadığım , anlamıyla kendisinin arasında da herhangi bir bağlantı bulunmayan sözler bunlar...'Bilmemek değil öğrenmemek ayıp' deyip çoğu zaman anlamlarına bakıyorum veya soruyorum , sonra sanki çok matah bir şeymiş gibi “vay canına” dediğim oluyor bu sözlere...Türk toplumunda “at” çok önemli olduğu için onla ilgili bir sürü de söz var...İşte onlardan bazıları :
“At hırsızı...”
“At hırsızı” nedir yani bir türlü anlamıyorum...Bir insan çalınacak şeyler arasından gidip de bir atı ne için seçer ? Atı , atsan atılmaz , saklasan bir yere saklanmaz...Atın sana itaat edip etmeyeceği de muallak...Ama çalınıyor nedense...Elbetteki bu sözün anlamı bu değil...TDK’ya göre bu sözün anlamı :
at hırsızı a. Kılık kıyafeti ve davranışları güven vermeyen kimse.
Toplum içinde çoğu zaman kullanıldığına şahit olduğum bir söz bu...Birisinin tipine bakıp “ulan bu adam da az at hırsızı değil ha” denildiğini duydum...At hırsızı olarak nitelenen adam acaba günde veya haftada kaç at çalıyordur ? At çaldığına göre büyük bir yılkı sahibi bir insandır galiba, gözümde öyle canlanıyor...Tabi şehir yaşamında biraz zor olacağı için şehir dışında olabilir bu yer...Kılık kıyafete bakıp bir insanı yargılamak ne kadar doğru bilmiyorum...Fakat “at hırsızı” denilen kişiye böyle bir yakıştırma yaparken insan biraz da neşeleniyor nedense...Bu yakıştırmayı yaparken genelde yanındaki kişiye bunu onaylatma ihtiyacı hissediyorsun...Beraber gülüyorsun , üstüne üstlük “at hırsızı” olan adam bu olaydan tamamen habersiz...İnsanlar çeşit çeşit işte ; güven vermeyen birinden bahsederken bile önemsemeyebiliyoruz...Bunun nedeni sanırım “at hırsızı”nın daha çok kılık kıyafetiyle alakalı...At hırsızı ne giyer acaba ? Hırsız olduğundan ötürü biraz değişik giyiniyor olabilir , bilmiyorum...Benim özellikle takıldığım nokta bu adamın at çalması...At çalıyor ve bu durumdan gocunmuyor...Kleptoman bir insan olma olasılığı da yüksek bu adamın...Bu sözün geçmişini araştırmadım ama eski olsa gerek diye düşünüyorum ; o zamanlarda genel olarak değerli bir şey olarak at çalınmış olabilir...Hala günümüzde böyleleri varsa , onlara hayatlarında başarılar diliyorum...
“Yolcunun atı tavlanmazmış...”
Bu sözü de misafirliklerde filan tam kalkma anında duyabilirsiniz...Gerçi çok yaygın kullanılmıyor günümüzde ama eskiden beri bu sözü duyuyorum ben...Hiçbir zaman bulunulan ortamda kalkma işlemini gerçekleştirecek yetkiye sahip olamadım ama , bunu gerçekleştiren kişiden hemen sonra bu sözü kullanmayı seviyorum...Saçma sapan bir vurgulama isteği oluyor bende bu sözü...Esasında “bir yere gitmeye karar vermiş bir insana dur gitme diyemezsin” anlamına geliyor bu söz...Fakat yine atla ilgili bir durum söz konusu burada da...Yolcunun bir atı var ve ev sahibi veya her kimse o kişi,onun tarafından yolcunun atı tavlanıyor bir şekilde ve yolcu atına binip gidemiyor...At tavlandığı için orada kalmayı yeğliyor bu tür durumlarda...”Delikanlının son sigarası istenmezmiş” sözü gibi bir söz bu...Bu sözle ilgili asıl saçma olan bir yere gitmek isteyen kişinin atının tavlanması...Zaten ev sahibi denilen kişinin “biraz daha otursaydınız , valla bırakmam” yalanından sonra bir de yolcunun atını tavlamasını beklemek saçma olur...O yüzden , bir yerden kalkan kişi için de bu sözü söylemek gereksiz gibi geliyor bana ama yine de kullanılıyor...
“At binmek”
Son olarak gıcık olduğum “at binmek” söz öbeği var ki , beni böyle kıllandırır ne zaman duysam...Etken bir durumdayken , kendini edilgen yapıp güya elit bir anlam ifade eden bir söz bu...At biniyorum , at bindim...Büyük iş başardın...
Kimisi atı tavlıyor , kimisi atı çalıyor,kimisi de at biniyor veya ata biniyor...At çok önemli...At güzel hayvan... At, canım at...
“At hırsızı...”
“At hırsızı” nedir yani bir türlü anlamıyorum...Bir insan çalınacak şeyler arasından gidip de bir atı ne için seçer ? Atı , atsan atılmaz , saklasan bir yere saklanmaz...Atın sana itaat edip etmeyeceği de muallak...Ama çalınıyor nedense...Elbetteki bu sözün anlamı bu değil...TDK’ya göre bu sözün anlamı :
at hırsızı a. Kılık kıyafeti ve davranışları güven vermeyen kimse.
Toplum içinde çoğu zaman kullanıldığına şahit olduğum bir söz bu...Birisinin tipine bakıp “ulan bu adam da az at hırsızı değil ha” denildiğini duydum...At hırsızı olarak nitelenen adam acaba günde veya haftada kaç at çalıyordur ? At çaldığına göre büyük bir yılkı sahibi bir insandır galiba, gözümde öyle canlanıyor...Tabi şehir yaşamında biraz zor olacağı için şehir dışında olabilir bu yer...Kılık kıyafete bakıp bir insanı yargılamak ne kadar doğru bilmiyorum...Fakat “at hırsızı” denilen kişiye böyle bir yakıştırma yaparken insan biraz da neşeleniyor nedense...Bu yakıştırmayı yaparken genelde yanındaki kişiye bunu onaylatma ihtiyacı hissediyorsun...Beraber gülüyorsun , üstüne üstlük “at hırsızı” olan adam bu olaydan tamamen habersiz...İnsanlar çeşit çeşit işte ; güven vermeyen birinden bahsederken bile önemsemeyebiliyoruz...Bunun nedeni sanırım “at hırsızı”nın daha çok kılık kıyafetiyle alakalı...At hırsızı ne giyer acaba ? Hırsız olduğundan ötürü biraz değişik giyiniyor olabilir , bilmiyorum...Benim özellikle takıldığım nokta bu adamın at çalması...At çalıyor ve bu durumdan gocunmuyor...Kleptoman bir insan olma olasılığı da yüksek bu adamın...Bu sözün geçmişini araştırmadım ama eski olsa gerek diye düşünüyorum ; o zamanlarda genel olarak değerli bir şey olarak at çalınmış olabilir...Hala günümüzde böyleleri varsa , onlara hayatlarında başarılar diliyorum...
“Yolcunun atı tavlanmazmış...”
Bu sözü de misafirliklerde filan tam kalkma anında duyabilirsiniz...Gerçi çok yaygın kullanılmıyor günümüzde ama eskiden beri bu sözü duyuyorum ben...Hiçbir zaman bulunulan ortamda kalkma işlemini gerçekleştirecek yetkiye sahip olamadım ama , bunu gerçekleştiren kişiden hemen sonra bu sözü kullanmayı seviyorum...Saçma sapan bir vurgulama isteği oluyor bende bu sözü...Esasında “bir yere gitmeye karar vermiş bir insana dur gitme diyemezsin” anlamına geliyor bu söz...Fakat yine atla ilgili bir durum söz konusu burada da...Yolcunun bir atı var ve ev sahibi veya her kimse o kişi,onun tarafından yolcunun atı tavlanıyor bir şekilde ve yolcu atına binip gidemiyor...At tavlandığı için orada kalmayı yeğliyor bu tür durumlarda...”Delikanlının son sigarası istenmezmiş” sözü gibi bir söz bu...Bu sözle ilgili asıl saçma olan bir yere gitmek isteyen kişinin atının tavlanması...Zaten ev sahibi denilen kişinin “biraz daha otursaydınız , valla bırakmam” yalanından sonra bir de yolcunun atını tavlamasını beklemek saçma olur...O yüzden , bir yerden kalkan kişi için de bu sözü söylemek gereksiz gibi geliyor bana ama yine de kullanılıyor...
“At binmek”
Son olarak gıcık olduğum “at binmek” söz öbeği var ki , beni böyle kıllandırır ne zaman duysam...Etken bir durumdayken , kendini edilgen yapıp güya elit bir anlam ifade eden bir söz bu...At biniyorum , at bindim...Büyük iş başardın...
Kimisi atı tavlıyor , kimisi atı çalıyor,kimisi de at biniyor veya ata biniyor...At çok önemli...At güzel hayvan... At, canım at...
Bieber
'Ohh woaahhh' gibi güçlü bir girişten sonra , Justin Bieber ve tayfası yürüyen merdivenlerden inerlerken , bir kız güruhu da yukarı doğru çıkmaktadır...Karşılaşma burada başlar , flu bir şekilde arkada “Starbucks” yansıması görülebilir sanki bütün olay bununla bağlantılıymış gibi...Daha sonradan anlaşıldığı üzere ortam yapamamış birtakım hiphopçu tayfası ile Justin Bieber, kızları gördükten sonra 360 derece dönerler ve bowling salonuna giriş yaparlar...Onikinci saniyeden itibaren bowlingte başarılı olan kızlara gözünü diken Justin Bieber’ın aralarından birisini seçeceği gün gibi ortadadır...Zaten şarkının sözleri de burada hemen amaca yönelik ve karşı konulmaz şekilde başlıyor : “Biliyorum beni seviyorsun , ve beni önemsiyorsun , ne zaman çağırırsan ben yanında olacağım benim sevgimi ve kalbimi istiyorsun ve hiçbir zaman asla ayrılmayacağız...” Dikte ettiği bu sözlerle ilk atışta “strike” yapan Justin Bieber , kızlar tarafından “ bu da bir şey mi , hıh “ tavrıyla pek de önemsenmez...O sırada “seçilmiş kız” buna karşılık olarak , pek de iyi görünmeyen bir atış yapar ama o da “strike”ı bulur, bu durum Justin Bieber'la seçilmiş kızın yakınlaşmasına ortam sağlayan ilk durumdur...
“Biz birer eşya mıyız ? Rol yapmayı bırak...Sadece arkadaşız filan, neler diyorsun öyle ?” kontrolü ele almış gibi görünür Justin Bieber...Fakat kız, ona bir başkasının olduğunu ima edercesine birkaç bir şey söyler ve ilk aşkı tarafından Justin Bieber’ın kalbi ilk kez bu noktada kırılır...Aslında ilk kez aşık olduğunu düşündüğümüz JB , beklenmedik bir şekilde “duygusala bağlama” eylemini gerçekleştirmiş olur(!)...’Sanki bir bebek gibiydim’ der ve bütün kızların ortasında 'seçilmiş kız'ın gözlerinin içine bakarak ‘her zaman benim olacağını düşünmüştüm’ der...Aslında kıza güya çok güçlüymüş imajı verir ,bu sırada nakaratı söylerken bir aşık edasıyla gözleri ufukta kendini yiyip bitirmektedir(!)...Bu durum biz erkeklerde çok sık rastlanabilen bir özelliktir...Seçilmiş kıza yaklaşmayı sürdüren Justin Bieber , mütemadiyen kız tarafından terslenir , daha doğrusu kız kendisini geri çeker ve Justin Bieber’ı iter...Bu sırada Justin Bieber’ın bir halta yaramayan arkadaşları durumu tebessümle izlerler...1.20’de bu arkadaşların yavşaklık seviyesi gittikçe artar ve kızı kendileri tavlamışçasına sevindiklerini belli eden hareketler yaparlar...Bu sırada kız kaçmaya uğraşırken(aslında uğraştırıyor) , Justin Bieber ‘senin için her şeyi yapabilirim , ikimizi beraber düşünemiyorum ve ağırdan almaya çalışıyorum ama yapamıyorum ve böylece seni kaybediyorum’ sözleriyle kızın gönlünü kazanmaya devam eder...’Sana her şeyi alacağım , her yüzüğü alacağım’ madem istediğin buysa dermiş gibi ataklarına devam eder...
Tam bu sırada en can alıcı noktaya gelinir : "bilardo masası"...JB,sürekli kendine güvenen sözlerin yetmediğini düşündüğünden , olayı tekrar duygusallıkla harmanlar ve ‘paramparça haldeyim beni onar ve bu kötü rüyamdan beni uyandırana kadar sars çünkü ben gittikçe düşüyorum’ der...İlk kez aşık olduğunu düşündüğümüz bir kişi için başarılı sayılabilecek(!) yalanlardır bunlar ve gerçekçi değildir...Yine de seçilmiş kız bu yalana inanır...JB,bu sözleri söylerken arka planda gömleğini yapmacık bir şekilde yırtıyormuş gibi yapar...Bir sonraki sahnede çaresizce, kızı son tavlama yöntemi olan 'bilardo masasında yuvarlanmayı' dener...Bir şekilde('somehow') kız ilk kez burada bir kaç saniye de olsa JB’ye yakınlaşır...Bütün girişimlere rağmen yüz vermeyen kız saçma sapan bir harekete tav olur ve saçmalığın boyutu gittikçe artar...Ardından kızı tavladığı anlaşılan Justin Bieber , arkadaşlarını öne atarak break dance şovunu başlatır...Kendisi dans etmez bunun yerine , fonda böyle sarmal hareketi yaparak kollarını çevirir...Michael Jackson hareketlerinin bolca görüldüğü dans figürlerinden sonra,bir uzman olarak Ludacris devreye girer...İlk kez 13 yaşında aşık olduğunu söyler ve 13 yaşın ideal olduğunu belirtir...Eskiden kız arkadaşının onu uyandırdığını , Starbucks gibi şeylere ihtiyacı olmadığını söyler...Güya aşk dersi verdikten sonra , JB artık kendisinin bir bebek olmadığını vurgular ve bu kez kıza “bebek” demeye başlar...Görevini tamamlamış olan JB’yi fonda Ludacris,sempatik bir şekilde boğazlarken görülür ve JB kızı alıp karanlıklara karışır...Artık aşk mı yaşarlar aşk mı yaşarlar orası bilinmez...
Klibin sonundaki JB'nin sikko kol saatine hiç değinmeyeceğim...Bak değinmedim...
ilgili video
“Biz birer eşya mıyız ? Rol yapmayı bırak...Sadece arkadaşız filan, neler diyorsun öyle ?” kontrolü ele almış gibi görünür Justin Bieber...Fakat kız, ona bir başkasının olduğunu ima edercesine birkaç bir şey söyler ve ilk aşkı tarafından Justin Bieber’ın kalbi ilk kez bu noktada kırılır...Aslında ilk kez aşık olduğunu düşündüğümüz JB , beklenmedik bir şekilde “duygusala bağlama” eylemini gerçekleştirmiş olur(!)...’Sanki bir bebek gibiydim’ der ve bütün kızların ortasında 'seçilmiş kız'ın gözlerinin içine bakarak ‘her zaman benim olacağını düşünmüştüm’ der...Aslında kıza güya çok güçlüymüş imajı verir ,bu sırada nakaratı söylerken bir aşık edasıyla gözleri ufukta kendini yiyip bitirmektedir(!)...Bu durum biz erkeklerde çok sık rastlanabilen bir özelliktir...Seçilmiş kıza yaklaşmayı sürdüren Justin Bieber , mütemadiyen kız tarafından terslenir , daha doğrusu kız kendisini geri çeker ve Justin Bieber’ı iter...Bu sırada Justin Bieber’ın bir halta yaramayan arkadaşları durumu tebessümle izlerler...1.20’de bu arkadaşların yavşaklık seviyesi gittikçe artar ve kızı kendileri tavlamışçasına sevindiklerini belli eden hareketler yaparlar...Bu sırada kız kaçmaya uğraşırken(aslında uğraştırıyor) , Justin Bieber ‘senin için her şeyi yapabilirim , ikimizi beraber düşünemiyorum ve ağırdan almaya çalışıyorum ama yapamıyorum ve böylece seni kaybediyorum’ sözleriyle kızın gönlünü kazanmaya devam eder...’Sana her şeyi alacağım , her yüzüğü alacağım’ madem istediğin buysa dermiş gibi ataklarına devam eder...
Tam bu sırada en can alıcı noktaya gelinir : "bilardo masası"...JB,sürekli kendine güvenen sözlerin yetmediğini düşündüğünden , olayı tekrar duygusallıkla harmanlar ve ‘paramparça haldeyim beni onar ve bu kötü rüyamdan beni uyandırana kadar sars çünkü ben gittikçe düşüyorum’ der...İlk kez aşık olduğunu düşündüğümüz bir kişi için başarılı sayılabilecek(!) yalanlardır bunlar ve gerçekçi değildir...Yine de seçilmiş kız bu yalana inanır...JB,bu sözleri söylerken arka planda gömleğini yapmacık bir şekilde yırtıyormuş gibi yapar...Bir sonraki sahnede çaresizce, kızı son tavlama yöntemi olan 'bilardo masasında yuvarlanmayı' dener...Bir şekilde('somehow') kız ilk kez burada bir kaç saniye de olsa JB’ye yakınlaşır...Bütün girişimlere rağmen yüz vermeyen kız saçma sapan bir harekete tav olur ve saçmalığın boyutu gittikçe artar...Ardından kızı tavladığı anlaşılan Justin Bieber , arkadaşlarını öne atarak break dance şovunu başlatır...Kendisi dans etmez bunun yerine , fonda böyle sarmal hareketi yaparak kollarını çevirir...Michael Jackson hareketlerinin bolca görüldüğü dans figürlerinden sonra,bir uzman olarak Ludacris devreye girer...İlk kez 13 yaşında aşık olduğunu söyler ve 13 yaşın ideal olduğunu belirtir...Eskiden kız arkadaşının onu uyandırdığını , Starbucks gibi şeylere ihtiyacı olmadığını söyler...Güya aşk dersi verdikten sonra , JB artık kendisinin bir bebek olmadığını vurgular ve bu kez kıza “bebek” demeye başlar...Görevini tamamlamış olan JB’yi fonda Ludacris,sempatik bir şekilde boğazlarken görülür ve JB kızı alıp karanlıklara karışır...Artık aşk mı yaşarlar aşk mı yaşarlar orası bilinmez...
Klibin sonundaki JB'nin sikko kol saatine hiç değinmeyeceğim...Bak değinmedim...
ilgili video
Yaftalar:
baby,
bowling,
justin bieber
Hedphelym
Berdan Mardini...Mardin...Midyat...Gümüş...
Soket...Hazır çorba...Kapalı E...Zarif...Şerbetçiotu...İmbik...
Şut...Dehidrasyon...Şiir...Şemsettin...12 Haziran...
Sürreal...Superman...Xvideos...Şömine...Alt F4...Simge durumuna küçült...
As maça...Çamaşır makinası...Javier Bardem...Madara...
Janjanlı...Nüans...Diferansiyel...Ürdün...Simsar...Muzlu puding...
Kibir...Hergele...Tamtakır kuru bakır...Şüpheli...Septisizm...
Deoksiribonükleik asit...Şamandıra...Samanlığın seyran olması...
Atın ölümü arpadan olsun...Hub...Hitit uygarlığı...Molekül...Demlik...
Toblerone...Almancı...Vekil...Soytarı...Uçucu madde...Delilah...
Sekiz...Dik...Barınma...Narenciye sıkacağı...Lir...G noktası...
Açık E...Ctrl A...Kilimanjaro...Sub-tropikal iklim...Altı pas...
Santiago Bernabéu..Üstgeçit...%100...Filtre...Tutulma...
Jargon...Transilvanya...Sertap Erener...Amazon ormanları...Küt saç...
Cardon...Wikipedia...62’den tavşan yapmak...Polyester...
Zehirli atık...Ateşle yaklaşma...Hendek...Gebze...Dilovası...
Reckitt Benckiser...Rae...Öğrenim hayatı...Trombon...Dokuz...Silvan...
Uşşak...Nurhat Şensesli...Vertikal...Enigma...%10 seçim barajı...
Irgalamak...Notasyon...Nigar Kalfa...Vezir fedası...Argon...
Kitaplık...Kertenkele...Deliye her gün bayram...Arife...Aşure...
Tanrı misafiri...10 milyon üstü vardı...Darphane...Daphne...Kerte...
Malikane...Ototrof...Ego kartı...Fotokopi...
Dimyat'a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak...Stok...Kült...
Şimdi onlar düşünsün...Merzifon...Tugay Kerimoğlu...Dünür...
Şarampol...Mutfak aletleri...Ayakkabı tabanı...Topuk...
Ankastre...Limon suyu...Vakumlu yufka...Turkish Delight...
Likra...Vordhosbn...Seramik...Bazalt...Avogadro...
Kikirdemek...Fısıltı...Efsane...Akordeon...Seçmeli ders...
Şatafat...Nazgul...Yurtseven kardeşler...Üçgenin iç açıları toplamı...
Koli bandı...Bornoz...Türk Ceza Kanunu...Caliban...Ark...
Porno...Reaktör...Rektör...Şimşir...Kutadgu Bilig...
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak...Fermantasyon...
Ferman...İzini sürmek...Kardan kadın...Bülent Arınç...
Marduk...2012...21 Aralık...Cuma günü...Vay canına...
Hatice sultan...Topkapı sarayı...Gülhane parkı...
İskender...Ekranı kapla...360 derece dönmek...Harakiri...
Süzeren...Vassal...Kunteper...Kumdan kale...Şarj aleti...
Keyfekeder...Mudanya...Ubuntu...Lineer denklem...Üç nokta...
Kilit adam...OHKO...Şurup...Garez...Kulp takmak...Kuluçka...
Altını çiziyorum...Nürnberg...Katot...Militarist...Sarp...
Absolute vodka...Atm...Taksim meydanındaki heykelin önü...
Dalmak...Bor madeni...Cuk oturmak...Sessizlik...
Hık demiş burnundan düşmüş...Kıtır...Kolombiya...
Satır arası...Şimdi...Nar ekşisi...Rom...Hortlak...
Sulu zırtlak...
Soket...Hazır çorba...Kapalı E...Zarif...Şerbetçiotu...İmbik...
Şut...Dehidrasyon...Şiir...Şemsettin...12 Haziran...
Sürreal...Superman...Xvideos...Şömine...Alt F4...Simge durumuna küçült...
As maça...Çamaşır makinası...Javier Bardem...Madara...
Janjanlı...Nüans...Diferansiyel...Ürdün...Simsar...Muzlu puding...
Kibir...Hergele...Tamtakır kuru bakır...Şüpheli...Septisizm...
Deoksiribonükleik asit...Şamandıra...Samanlığın seyran olması...
Atın ölümü arpadan olsun...Hub...Hitit uygarlığı...Molekül...Demlik...
Toblerone...Almancı...Vekil...Soytarı...Uçucu madde...Delilah...
Sekiz...Dik...Barınma...Narenciye sıkacağı...Lir...G noktası...
Açık E...Ctrl A...Kilimanjaro...Sub-tropikal iklim...Altı pas...
Santiago Bernabéu..Üstgeçit...%100...Filtre...Tutulma...
Jargon...Transilvanya...Sertap Erener...Amazon ormanları...Küt saç...
Cardon...Wikipedia...62’den tavşan yapmak...Polyester...
Zehirli atık...Ateşle yaklaşma...Hendek...Gebze...Dilovası...
Reckitt Benckiser...Rae...Öğrenim hayatı...Trombon...Dokuz...Silvan...
Uşşak...Nurhat Şensesli...Vertikal...Enigma...%10 seçim barajı...
Irgalamak...Notasyon...Nigar Kalfa...Vezir fedası...Argon...
Kitaplık...Kertenkele...Deliye her gün bayram...Arife...Aşure...
Tanrı misafiri...10 milyon üstü vardı...Darphane...Daphne...Kerte...
Malikane...Ototrof...Ego kartı...Fotokopi...
Dimyat'a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak...Stok...Kült...
Şimdi onlar düşünsün...Merzifon...Tugay Kerimoğlu...Dünür...
Şarampol...Mutfak aletleri...Ayakkabı tabanı...Topuk...
Ankastre...Limon suyu...Vakumlu yufka...Turkish Delight...
Likra...Vordhosbn...Seramik...Bazalt...Avogadro...
Kikirdemek...Fısıltı...Efsane...Akordeon...Seçmeli ders...
Şatafat...Nazgul...Yurtseven kardeşler...Üçgenin iç açıları toplamı...
Koli bandı...Bornoz...Türk Ceza Kanunu...Caliban...Ark...
Porno...Reaktör...Rektör...Şimşir...Kutadgu Bilig...
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak...Fermantasyon...
Ferman...İzini sürmek...Kardan kadın...Bülent Arınç...
Marduk...2012...21 Aralık...Cuma günü...Vay canına...
Hatice sultan...Topkapı sarayı...Gülhane parkı...
İskender...Ekranı kapla...360 derece dönmek...Harakiri...
Süzeren...Vassal...Kunteper...Kumdan kale...Şarj aleti...
Keyfekeder...Mudanya...Ubuntu...Lineer denklem...Üç nokta...
Kilit adam...OHKO...Şurup...Garez...Kulp takmak...Kuluçka...
Altını çiziyorum...Nürnberg...Katot...Militarist...Sarp...
Absolute vodka...Atm...Taksim meydanındaki heykelin önü...
Dalmak...Bor madeni...Cuk oturmak...Sessizlik...
Hık demiş burnundan düşmüş...Kıtır...Kolombiya...
Satır arası...Şimdi...Nar ekşisi...Rom...Hortlak...
Sulu zırtlak...
Ada
-Ben acıktııım...Geçen gün bitirdiğiniz o pe-tencere var ya,annen hiç üşenmemiş, biz vapura binmeden önceki sabah uyanmış yaprak sarma yapmış biliyor musun...Küçük dolaba koydum yiyin dedi ,Allahım yarabbim, ister misin canım sen de ? (Ayh) Yani , bence zaten isteme bunun hepsini ben yiyim ya da istersen iste ben bunun hepsini yersem büyük ihtimalle hastanelik olurum...Küçükken olmuşum bir kere biliyor musun...Halam bir tencere yapıp böyle dolaba kaldırmış , annem , halam , teyzem hepsi uyuyorlar , öğlen uykusundalar , nasıl sıcak ; yaz zaten , ben de şeyde oyundan gelmişim sokaktan (ımmm) sen hepsini otur , devir bitir orda, a ekmekle falan yiyorum yani durduramıyorum kendimi...Ondan sonra karnım bir ağrımaya başladı , ölüyorum ama ağrıdan...
-Ada ben ayrılmak istiyorum...
-... ...Neden hiç şaşırmadım diye düşünüyorum...Hı? Ben biliyordum aslında (ehe) yani ,seni korkutmamak için hani uğraştım ama hani çok boş sanırım hani (eehe) ...Ama insan bildiği bir şeye niye bu kadar çok ağlar dimi ? Ki ağlamıcam...Niye koştun ki o zaman peşimden bu kadar ? Hı ? Neden yani hani olmayacağını biliyordun ve yapamayacağını bilerek niye , sen ? Neden ? AĞZINA SIÇAYIM senin ağzına sıçayım senin...Bir dakka önce ben burda kimle öpüştüm ya ? NEDEEN ? ... (şlap)
Bu “ben ayrılmak istiyorum” hadisesi de hep ilginç gelmiştir bana...Ne demek yani ? Sanki birleşmeden önce “ben birleşmek istiyorum” diye bir cümle kuruluyormuş gibi...Zaten bu cümleyi söylemedeki başarısızlık , özgüvenin yetmemesiyle birlikte kendini daha da çok gösteriyor...Alper’in tane tane değil de “adabenayrılmakistiyorum” söyleyişinden anlayabilirsiniz bunu...Hani bu bir rica mı diye düşünüyorum...Rica anlamında söylenmiş bir cümle mi ? Sanki karşı taraftan bir onay beklermiş gibi , ayrılmak istiyorum , lütfen izin verir misin ? gibi bir çağrışım uyandırıyor bende...Tam tersi , “ben ayrılmak istiyorum” sen istediğini yap anlamı da çıkabilir buradan , ama söylediğin cümle karşındakini de ilgilendiriyor ; o yüzden anlamsız geliyor bana bu durum...
Neden hiç şaşırmadın acaba Ada ? Bir de böyle baştan beri ileriye dair ne olacağını önceden bilen(!) insanlar var...Gerçi bu bir film ama ;yine de bu duygu-yani kaderimizi ben biliyorum ama yine de fütursuzca bunun üzerine gideceğim- saçmalığı daha bir kendini belli ediyor...Deneyip sonucuna katlanamadığın şeyler , sonunda başına bela olsa bile bunları denemekten alıkoyamıyorsun kendini Ada biliyorum , çünkü durduramıyorsun kendini o sarmaları yerken bile...Bir çeşit paradoks da var burada aslında...Başlarken sorgulamayı bırakıp , her türlü şeyi yapabilirken , ilişkisinin sonlanacağını anlayınca “Niye koştun ki o zaman peşimden bu kadar ?” diye sorgulamaya başlıyor......Bunca şeyden sonra kendince sorgulamaya hakkın olduğunu düşünüyorsun Ada ; ama ağlamaya hakkın yok , “ki zaten ağlamıcaksın”...Yarın ne olacağını bilmeden yaşıyoruz hepimiz , bu ilişkiler için de geçerli...Ben böyle düşünüyorum ve çok sorun etmiyorum...O yüzden Alper’e hak veriyorum ve aferin diyorum...
‘AĞZINA SIÇAYIM’ mı ? Kadınların küfretmesi konusunda , onlardan daha yaratıcı olmalarını bekliyorum çoğu zaman...’Kadınların ağzına küfür hiç yakışmıyor’ gibi bir düşünceye sahip değilim...Elbette durduk yere bizler kadar küfür etmiyorlar(veya ediyorlar ama aleni şekilde değil) ama bazı durumlarda ‘ağzına sıçayım’ demek yeterli değil gibi...Bazen kadınların deli gibi küfür etmelerini istiyorum ,ama bazen de bunu abartanları garip buluyorum...Bu da benim yaşadığım bir paradoks herhalde...
Son olarak bir de konuyla alakasız ama, ‘sarma’ya ısrarla ‘dolma’ diyen insanlar var...O dolma değil kardeşim , bunu bir anla artık...Sarma daha küçük böyle içinde dolmaya oranla daha az malzeme var ve yaprakla yapılıyor...Her şeye dolma demeyi bırak artık...Her neyse daha fazla acıkmadan ‘ben ayrılıyorum’...
-Ada ben ayrılmak istiyorum...
-... ...Neden hiç şaşırmadım diye düşünüyorum...Hı? Ben biliyordum aslında (ehe) yani ,seni korkutmamak için hani uğraştım ama hani çok boş sanırım hani (eehe) ...Ama insan bildiği bir şeye niye bu kadar çok ağlar dimi ? Ki ağlamıcam...Niye koştun ki o zaman peşimden bu kadar ? Hı ? Neden yani hani olmayacağını biliyordun ve yapamayacağını bilerek niye , sen ? Neden ? AĞZINA SIÇAYIM senin ağzına sıçayım senin...Bir dakka önce ben burda kimle öpüştüm ya ? NEDEEN ? ... (şlap)
Bu “ben ayrılmak istiyorum” hadisesi de hep ilginç gelmiştir bana...Ne demek yani ? Sanki birleşmeden önce “ben birleşmek istiyorum” diye bir cümle kuruluyormuş gibi...Zaten bu cümleyi söylemedeki başarısızlık , özgüvenin yetmemesiyle birlikte kendini daha da çok gösteriyor...Alper’in tane tane değil de “adabenayrılmakistiyorum” söyleyişinden anlayabilirsiniz bunu...Hani bu bir rica mı diye düşünüyorum...Rica anlamında söylenmiş bir cümle mi ? Sanki karşı taraftan bir onay beklermiş gibi , ayrılmak istiyorum , lütfen izin verir misin ? gibi bir çağrışım uyandırıyor bende...Tam tersi , “ben ayrılmak istiyorum” sen istediğini yap anlamı da çıkabilir buradan , ama söylediğin cümle karşındakini de ilgilendiriyor ; o yüzden anlamsız geliyor bana bu durum...
Neden hiç şaşırmadın acaba Ada ? Bir de böyle baştan beri ileriye dair ne olacağını önceden bilen(!) insanlar var...Gerçi bu bir film ama ;yine de bu duygu-yani kaderimizi ben biliyorum ama yine de fütursuzca bunun üzerine gideceğim- saçmalığı daha bir kendini belli ediyor...Deneyip sonucuna katlanamadığın şeyler , sonunda başına bela olsa bile bunları denemekten alıkoyamıyorsun kendini Ada biliyorum , çünkü durduramıyorsun kendini o sarmaları yerken bile...Bir çeşit paradoks da var burada aslında...Başlarken sorgulamayı bırakıp , her türlü şeyi yapabilirken , ilişkisinin sonlanacağını anlayınca “Niye koştun ki o zaman peşimden bu kadar ?” diye sorgulamaya başlıyor......Bunca şeyden sonra kendince sorgulamaya hakkın olduğunu düşünüyorsun Ada ; ama ağlamaya hakkın yok , “ki zaten ağlamıcaksın”...Yarın ne olacağını bilmeden yaşıyoruz hepimiz , bu ilişkiler için de geçerli...Ben böyle düşünüyorum ve çok sorun etmiyorum...O yüzden Alper’e hak veriyorum ve aferin diyorum...
‘AĞZINA SIÇAYIM’ mı ? Kadınların küfretmesi konusunda , onlardan daha yaratıcı olmalarını bekliyorum çoğu zaman...’Kadınların ağzına küfür hiç yakışmıyor’ gibi bir düşünceye sahip değilim...Elbette durduk yere bizler kadar küfür etmiyorlar(veya ediyorlar ama aleni şekilde değil) ama bazı durumlarda ‘ağzına sıçayım’ demek yeterli değil gibi...Bazen kadınların deli gibi küfür etmelerini istiyorum ,ama bazen de bunu abartanları garip buluyorum...Bu da benim yaşadığım bir paradoks herhalde...
Son olarak bir de konuyla alakasız ama, ‘sarma’ya ısrarla ‘dolma’ diyen insanlar var...O dolma değil kardeşim , bunu bir anla artık...Sarma daha küçük böyle içinde dolmaya oranla daha az malzeme var ve yaprakla yapılıyor...Her şeye dolma demeyi bırak artık...Her neyse daha fazla acıkmadan ‘ben ayrılıyorum’...
Yaftalar:
ada,
alper,
ayrılmak istiyorum,
ıssız adam,
sarma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)