RSS

Lucid (24 Haziran)

Saatine baktı…Çok geç olmuştu…Aslında çok sevdiği yatağına gitmek istemese de ; onunla buluştuğunda ve uyumayı tercih ettiğinde bunun daha iyi bir seçenek olduğunu anladı…Uyanıp , zaman geçirip , tekrar saatine bakıp , saatin geç olduğunu anlayacak , yatağına tekrar girecekti…
Bugünlerde çok sık duyduğum , kendimin de buna çoğu zaman ortak olduğu bir cümle var ki o da : “çok sıkıldım,yapacak bir şey yok” cümlesi…Aynı paydada buluşup birbirimizi bu konuda ne kadar çok ‘geçiştirmeye’ çalışsak da , olmuyor…Bunun nedenlerini oturup düşünmek bile insanı sıkıyor…Ama tahmin yapmak sanırım daha kolay…Hiç de zor bir çıkarım olacağını sanmıyorum ; sorun bence : “düşünmek”…Evet , kaynak noktası bu olsa gerek…Her konuda düşünmek…Zamanı düşünmek…
Kendimizle alıp veremediğimiz varmış gibi , “bugünün” insanları olarak hep bir savaş içindeyiz…Zamanın çoğu zaman değerli olduğu , iyi değerlendirilmesi gerektiği söylenir ya…Bununla birlikte zamanın da bir gün bizim yanımızda olduğunu görmedim…Farklı yönlerden onu ele aldığımızda , kafa yorup ; “düşündüğümüzde” , zaten var olan antipatik olan tavrını tamamen bir düşmanlığa çeviriyor zaman…Arkadan ve önden gelen iki merminin arasında kalıyorsunuz…Çünkü zamanın elinde tuttuğu silahın iki mermisi vardır…’Geçmiş’ ve ‘Gelecek’
En çok hangisi canımızı acıtır diye sorulduğunda , sanırım benim yanıtım ikisinin de aynı etkiyi yaratacağı yönünde olurdu...İnsanı 'bugün' değerlendirdiğimizde şeffaf olarak düşünürsek , zamanın buna ters yönde etki edeceğini unutmamak gerekir…
Geçmişi ele alırsak, onsuz yapamadığımız bir gerçek…İnsanı insan yapan şeylerden birisi de onun geçmişidir ; fakat onu haddinden fazla ‘düşündüğümüzde’ ,bu durum saydamlığımızı etkiliyor…Geçmişi düşündükçe , geçmişin etkisini üstümüzden atamadıkça bugünkü şeffalığımız gidiyor ve yerine kaskatı bir ruh hali geliyor…Ben bunu kurşun geçirmez camlı bir araba sürücüsünün gelen kurşuna karşı camı açmasına benzetiyorum…O mermi geliyor ve sizin canınızı çok yakıyor…Aniden de geçmiyor geçmişin sizin vücudunuzda yarattığı merminin acısı…Düşündükçe derinliklerinize iniyor sızısı…
Gelecek ise bunun yanında daha iyimser durmasına karşın , beraberinde dikenlerini de getiriyor…Bu noktada geleceğin de aynı silahtan çıktığını unutmamak gerek…Bugünün insanının doğal bir tepkisi olarak geleceği düşünmek, ne yazık ki kaygıyla eşdeğer oluyor…Çevresel faktörler , kişisel istekler bu kaygıya yol açan temel şeyler…Ama bunların dışında herkes gibi ,basit bir konuda bile ilerde ne yapacağımı düşündüğümde işin içinden çıkamıyorum…Gariptir ki , geçmişte olan imkansızlık hissi burada da var…İlerde ne yapacağını bilememek , nerede olacağını bilememek de bir imkansızlık örneği bence…Çünkü gelecek de geçmiş gibi ulaşılmaz bir yerde…’Düşündükçe’yakıyor bedeninizi…Gelecek biraz daha farklı bu konuda…Kaskatı ruh hali yerine bu kez sizi çok ince bir tabaka haline getiriyor… Dokunduğunuzda kırılabilecek bir ruh hali…O kadar bembeyaz bir tablo ki ; hiçbir şey yok…Geleceğin bilinemezliğinin oluşturduğu o çok ince tabaka birden paramparça oluyor...
Bugünün insanı , ‘sıkılan’ insanı en çok da “bugün” düşünüyor…En önemli sorun da bu olsa gerek…Çünkü zamanı iliklerinize kadar en çok hissetiğiniz zaman “şuan”…Buna rağmen ‘bugünün’ bir avantajı varsa bence o da imkansızın olmadığını , zamanın mermilerinden korunabileceğimizi bize hissettirmesidir…Şeffaf olmayı başarabileceğimiz tek zaman dilimi bu sanırım…
Düşünmemek çözüm gibi görünüyor…Aynı zamanda bunun kolay olmayacağını da bilmek gerek…Evet , saat geç olmuş şuan bakıyorum da…Daha iyi seçenek ne şuanda onu da bilmiyorum…Yatağa girdiğimde ise sadece “düşünmüyorum”…

Dis (10 Haziran)

Aynanın karşısına geçti…Uzunca baktı kendisine ama aksinin ona bakışına anlam veremedi…Zaten ne için baktığını da bilmiyordu…Bilinçli bir şuursuzlukla bakıyordu…
Aynaya verdiğimiz anlamların en başında ne geliyor çok merak ediyorum…Ayna yapısı itibariyle zaten bize görmek istediğimiz şeyleri gösteriyor…Bu durumda insanın en çok görmek istediği şey sadece kendisi ve “kendisi”…Ondan başka bir beklentimiz olduğunu zannetmiyorum…
İnsanlar gözleri dışındaki hemen her yerini görebiliyor ayna yardımı olmaksızın…Aynaya baktığımızda ise çok farklı şeyler hissetmemizin nedeni belki de tek göremediğimiz yer olan “gözlerimizi” görmek…’Gözler insanın aynasıdır’ gibi bir söz kulağınıza çalınmıştır belki…Ama bu söz bana garip gelir…İnsanın ayna yardımı olmadan göremediği kendi gözlerinin de bir ayna olması çok ilginç…Daha da ilginci biz, gözlerimiz var diye aynayı görebiliyoruz…Ayna da bize, onu görmemizi sağlayan şeyi tekrar gösteriyor…Değişik bir döngü bu…İnsanoğlunun gözleri onun aynasıysa yine de gördüğü şey kendisi oluyor…Bu durumda dünyada aslında tek aynanın o bizim gördüğümüz ayna olmadığı gerçeğine ulaşılabilir…Yine bu sözü düşündüğümüzde, insanın gözleri onun aynasıysa , ayna da ona bakan şeyleri yansıtır…Gözümüze bakan bir kişi karşılığında kendini görüyor bu durumda herkes birbirini yansıtıyor…Garip bir denklem…Enteresan bir döngü…
İnsan dedim ya , aynadan kendisini görmekten başka bir istekte bulunmuyor diye…Bunun nedeni ne olabilir ? Sürekli onun karşısına geçip , saatlerimizi bile harcadığımız oluyor…Ayna belki de, kendimizi nasıl görmek istediğimizi bize gösteren bir şey…Kendimizi güzel görmek istiyoruz ve aynanın da bizi öyle gösterdiğini düşünüyoruz…Mutlu olduğumuzu aynaya bakmasak anlamıyormuşuz gibi gidip bir de aynaya bakıp kendimizi onaylıyoruz…Çirkiniz deyip aynadan bizimle aynı fikirde olması için görüşüp fikir teatisinde bulunuyoruz…İşte insan aynayı , kendisini ve kendi isteklerini görmek için kullanıyor belki de…Biraz da kendimizi kandırıyoruz…Ama yine de eğlenmiyor muyuz aynaya baktığımızda?…Dev aynasında , dev gibi olduğumuza inanıyoruz…Eğleniyoruz…
İnsanla ayna arasında garip bir bağ var…Bu bağın en temel özelliklerinden birisi de kendini kandırıp kandırmama olgusu…Hepimiz aynanın bizi kandırmayacağını düşünürüz değil mi ? Ayna ona gösterilen her şeyi birebir yansıtır…Tek yansıtamadığı şey bence aynanın “insanın” kendisi…İnsan kendini kandırıyor…Kendinize yalan söylemekle ve kendi uydurduğunuz yalana inanmakla aynı şeydir bu “aynaya bakmak”…Çünkü insan fikirleri olmadan kendisi olamaz…Fikirler de soyuttur…Aynaya baktığımızda aslında gördüğümüz şey somut “kendimiz” değil ; görmek istediğimiz “kendimiz”dir...Burada düpedüz danışıklı dövüş var ama yine de biz aynaya bakma oyununu her gün oynuyoruz…
Günlük hayatta sık sık duyduğumuz bir başka şey de “git bir aynaya bak , ne hale gelmişsin” gibi insanın aynayla arasındaki mesafeyi azaltmasını öğütleyen cümlelerdir…Aynadan uzak kalındığında insanın insan olmaktan çıktığını ima eden bu cümleyi hiç sevmem…Bu cümleyi kuran insanların aynayla arasındaki bağın ilerlediğini düşünmüşümdür hep…Git gide kendi telkinlerine kendilerini inandırıp , işin içinden çıkamayan insanlar da bu gruptandır herhalde…Haksızlık etmemek gerekir ki , ‘hiç’ aynaya bakmayan yaratıklar değiliz…
Aynanın bazen çok boş bir şey olduğuna inanmak istiyorum…Çünkü ortaya yepyeni bir şey koymuyor…Sadece var olan şeylerin varlığını kanıtlayan bir tutum içinde…Sandalye salonda bulunuyor ve ayna, sandalyenin salonda olduğunu bize gösteriyor…Dün olan bir şeyi bugün gösterip yarın da aynı şeyi gösterecek olan bir alet : ayna…Eleştirilmeyi de sevmiyor ayna…Ona ne dersen boş , dediğim dedik diyor…Dogmatik yapısı da var yani…Belki de aynaya çok bakmak insanın içinde bu tür şeyleri tetikliyor…Aynayı çok sevmek biraz gerçek dünyadan uzaklaşmak gibi geliyor bana…Bütün bunlardan ayrı olarak ,ayna kendi açısından özünde dürüst bir şey belki de…Ama kendimize baktığımızda biz dürüst olmayı ne kadar başarabiliyoruz ? Bunu da aynaya sorarak yapamıyoruz…Çünkü dürüstlüğü, sadece içimizdeki binlerce aynanın yansıttığı bir gerçek olarak düşünüyorum…
Düşünüp duruyoruz yaşam boyunca…Etrafımızdaki her bir eşyayı kullanıyoruz…İstisna olmayan şeylerden birisi de ayna…Karşısına geçip , uzunca bakıyoruz…Aksimize anlam veremiyoruz…Ne için baktığımızı da bilmiyoruz…Bilinçli bir şuursuzlukla bakıyoruz…

Klute (30 Mayıs)

Kum vari şeylerin üstünden kayar gibi geçti…Yukarı salınımını tamamlaması için çok uzun bir zaman dilimine gerek duymuyordu sanki…Küçük bir engel gibi görünen yemlerin verildiği küçük boruya dışarıdan çarpmış gibi görünmesine rağmen onu yalpaladı ve su yüzüne bir an olsun çıktı…
İnsanların da su yüzüne çıktığı anlar kesinlikle olmuştur…Yaşadığı toplumdan bazen sıyrılmayı,insan özlemler…Bunu bilerek mi yapar bilmiyorum ama içgüdüsel olduğu da bir yandan doğrudur bence…Okula gidiyoruz , eve gidiyoruz , işe gidiyoruz , arkadaşlarımızla konuşuyoruz , sevgilimizle dolaşıyoruz , ailemizle oturup tartışıyoruz , maç izliyoruz ama bunlardan da sıkıldığımız zamanlar olmuyor değil…İnsan mekanizmasının rutine ve alışılmışa bir isyan içinde olabileceğini düşünürüm hep…Her bir rutini severek , isteyerek yapamıyor insan…İnsan zaten her şeyi severek yapsaydı hayatı anlamlı olmazdı…O yüzden bazen değişik şekillerde su yüzüne çıkıyor…Aslında çok nefes alma ihtiyacı olduğu için değil farklılık olsun diye…Dünyanın böyle akvaryum gibi düzeni var…Rutin olarak akvaryumun belirli bir yerinde birkaç saat bekleyen balık gibi insanın da gün içinde gidip takıldığı belli yerler ve düşünceler var…Düşünsenize balıklar yerine insanların o akvaryum içinde olduğunu ve rollerimizin değiştiğini…Sanırım dünya balık kokusundan , akvaryum da insan dırdırından çekilmez olurdu…
Daha naif buluyorum akvaryumdaki yaşamı , yani karşısına geçip baktığımızda bütün dünyadan soyutlanıp “ aa şu balıklara bak” ‘neler yapıyorlar’ın derdine düşüyoruz ister istemez…Sanki bir anlam çıkartacakmışız gibi bir de bir balığın diğeriyle nasıl bir ilişki sürdürdüğünü merak ediyoruz…Balığın yaptığı hareketler anlamsız geldiği için belki de ,hafızasının güçsüz olduğunu düşünüp , neyin nerde olduğunu bilmeyen , salak hayvanlar olarak görüyoruz onları…Ama insanları o akvaryum içine koyduğumuzda o ortama ne kadar ayak uydurabilecekleri şüphe konusu bence…Ekseriyetle balığın ihtiyaçları insanın ihtiyaçları ile örtüşüyor…Yemek gerçi hepimizin ihtiyacı ama boş boş durmak da bence insanın diğer bir ihtiyacı…Daha önce de dedim galiba , durmadan çalışan , çalışmayı amaç edinmiş bir insanı anlamakta güçlük çekiyorum…Yani sadece bunun üstüne yüklenen , bundan başka bir şey düşünmeyen…Balıkların boş boş durması , mafsal yerlerde sürekli takılması , bizim onları çok boş ve tembel birer yaratık olarak görmemizi tetiklese de , aslında gerçeğin bu olmadığını bilmek gerek…Balık ne yapsın yani , o da her gün dolaşıyor , belki işi “dolaşmak” …Ama bir yerde de durup beş on dakika dinlendiğinde onlara haksızlık yapıyormuşuz gibi geliyor bana…
Dünya bir akvaryumsa elbette ki güç dengeleri de olmalı burada…Büyük balığın küçük balığı yediği bir sistemde az önceki naif akvaryumun yerini sarp kayalık dolu bir okyanus alıyor…Balıklar genelde oyun oynamayı çok sevmezler veya genellikle biz böyle algılarız…Ciddi dururlar hayata karşı her ne kadar tembel görünseler de…Büyük balık ise bazen oyun oynayabiliyor…İşte insan, bu akvaryumda “sadece” balık olmaya değil de büyük balık olmaya çalıştığında “oyun oynama” isteği de artıyor…Büyük balığın oyun olduğunu sandığı şey aslında yaşamda kalıp kalmama mücadelesi haline geliyor diğer taraf için…Böyle acımasız bir akvaryum gördünüz mü dünyadan başka?
Naif akvaryumun kuralları çok daha farklı…Orada çok daha sıradan ve umarsız bir yaşam var…Kaygısız hayvanlar listesinin en başında balık gelir herhalde...Böyle nasıl yaşayabiliyorlar , kaygısız bir şekilde ; anlamak güç ama cezbedici öte yandan…Rahatlıklarının nedeni belki de çok tehlikesiz yaşamaktan…Gelip onları yakalayıp tavaya atıp pişirecek bir güç yok…Balıkların rutini çok severmiş yapıları aslında bir yanılsama bence…İnsan yaşamı böyle ilerlemez çünkü…Balıkların da pul derisinin altında başka bir deri vardır aynı insanın tek yönlü olamayacağı gibi…İnsanla balık hep özdeşleşmez çünkü balıkların da hiç bilmediğimiz sistemleri vardır kendi içlerinde belki…Yine biz onlar hakkında konuşurken kendi düşüncelerimizi söyleriz…Hiç onların yerine geçip bir balık olmayı düşünmemişizdir…
Değişik...Garip geliyor böyle akvaryumun içine baktığımızda…Balık yaklaşınca size garip bir heyecan oluyor…Dünya yuvarlaktır ama akvaryumlar genelde dikdörtgen filan olur…Bu bence yine bir kendimizi kandırdığımız nokta…Akvaryumu ve yaşamı keskin hatlarıyla algılamayı kastediyorum…Kuralları ve rutini , isyan etmeden kabullenmeyi…
Gerçek ise akvaryumun içindeki şeyin “su” olduğu…Yani onu kıtalar arasından geçirirsen okyanus olur , iki kara arasından geçirirsen nehir olur ve dikdörtgen bir şeklin içine koyarsan akvaryum olur…Ama asla suya bir biçim veremezsiniz…Hayat da böyle değil midir ? Hep kayıp gidendir…Biçim veremediğimizdir ve hep biçim vermeye çalıştığımızdır…
Ve evet , hayat naif değil…Sonsuza dek süren bir su döngüsü olmadığı gibi hayatın sonunda da balığın kaderi biçimleniyor…
Balık yine kum vari şeylerin üstünden kayar gibi geçiyor…Ama bu sefer daha yavaş…Yukarı salınımının tamamlamasına çok az bir zaman kalıyor…Yemlerin verildiği küçük boruyu zor da olsa yalpalıyor…Su yüzüne bir an olsun çıkıyor…ve suya bir daha dönmüyor…

Miseria (18 Nisan)

Mutsuzluk…amaçsızlık…üşümek…düşünmemek…kayıp gitmek bir yıldız gibi…sönmek soluk bir fenerin son ışığının gece karanlığına karışması gibi…amaçsız işte…sebepsiz…zamansız ama sonsuz…kimsesiz…en çok da kaybolarak…
Mutsuzluk kimilerinin , benim gibilerin , özellikle de bunu gerçekten hissedenlerin sahiplenebildiği yegane şeylerden diye düşünüyorum…değerli de bir şey…onu açıklamak , tanımlamak gerçekten zor…çünkü ortada hiçbir sorun yokken “mutsuz” oluveriyorsun…
Zaten mutsuzduk fakat haberimiz yoktu , bunu işte ne çok geç ne de çok erken öğrendim…hayatın bizi çekip götürdüğü , sabitlediği bir yer var…buna artık yerçekimi kanunları mı denir ne denir bilinmez…mutsuzluk ise bunu beyinlerindeki kılcal damarlarına kadar hissettiren bir şey…karanlık bir tablonun altın çerçevesinin bile onu olduğundan soluk göstermesi buna eşdeğer belki de…bilir misiniz yüreğinin üstünde tonlarca beton varmışçasına yaşamayı ? ve ilginçliğini kaybetmiyor , çünkü bu “sebepsiz”…mutsuzluk , açık okyanusta girdabın oluşturduğu sonsuz dönen dalgaların her birine verilen isimdir bence…gerçekten sebebi yok bunun ? bu , şu veya “o” değil sorun…sorun değil bu , sahiplenilmesi gereken bir şey…anlaşılmasına fırsat vermeyen , bir o kadar da anlaşılmayı bekleyen başka ne olabilir ? gölgede kalan kısım bu mutsuzluk...kar yağdığında , tipi olduğunda bütün etrafta , ayağınız sonsuz bir çukura girer ya…bembeyaz olsa bile bu kardaki çukur ,içi her zaman gölgedir...siyahtır...
Yitip gitmişlik…yenilgi…kaçmak…bütün bunların önüne geçmeyi amaç edinmişler…onlarsız yaşamaktan mutlu olduğunu zannedenler hala mutsuzluklarını fark etmiyorlar mı ? ne kadar acı Neden hala herkes “sonsuz”(!) , “bitmeyecek”(!) olan mutluluk hallerini ve mutlu olma isteklerini dizginleyemiyor ? bunun dışında mutsuzluğu sahiplenmek “cesaret” istiyor…cesaret isteyen , anlaşılmak istenen şey her zaman zordur…anlaşılmasına gerek duyulmayan bir şey ise sadece geçicidir…
Mutsuzluk kalıcıdır…hep var olandır…insanların “mutlu” olduklarında sadece “mutsuzluklarından” uzaklaştığını “unuttuklarını” düşünürüm…ne kadar istemesek de mutsuzuz…kesinlikle bir döngü bu…kısır döngü…mademki istemiyoruz bunu bir gün de istemeyi deneyelim…farklı olanı yapmak her zaman gücümüze gidiyor ama burada bunun altında yatan gizli , sihirli , ruhani bir şeyler olduğunu düşünüyorum…somut bir şeyler değil bu kesinlikle…insanın kalbi var ama onun hissetikleri “somut” mu ? hayır…
Ağlamak , üzülmek , kahrolmak , depresyona girmek…bunların tedavisi var değil mi ? hepsinin var…peki mutsuzluğun ? bu sorunun cevabını kimse bugüne kadar veremedi…mutsuzluğu sahiplenmemin en büyük nedeni bu…yargılama ihtiyacı duymuyorum , bundan çok haz duymasam da buna alıştığım için “mutlu” yapabiliyor…insanı bir o kadar çelişkiye düşüren ama bir o kadar da somut düşündüğünü sanan insanlardan daha somut düşündürmeye iten bir şey bu mutsuzluk…hastalık , psikolojik bozukluklar , çöküntüler değil…ama karamsarlık mı ? siyah mı ? evet bence…açıklamak istersek bunlar olabilir…ama en çok da sıkılmak…
Bu “sıkılmak” konusunda kendini kandırmayı iyi başarabilen insanlar “mutsuz” değildir zaten…kandırmayı sevmem…kimseyi…mutsuzluk insanı daha gerçekçi yapıyor…acı veren şeyler gerçek olana daha yakın olan şeyler değil midir ? o zaman bu mutsuzluk acı veriyor…
işte “mutsuzluğun” diğer adı “sebepsiz” olan acı…bu öyle bir acı ki diğer acılara hiç benzemiyor…vücudunu günden güne siyaha boyamak gibi…siyahın tonu hiç değişmez sanmayın…simsiyah…daha siyah…acı olmaktan çıkıyor…büyüyor çığ gibi…ama kar beyazı bir çığ değil bu…
kesinlikle bir zaman sınırlaması yok…sonsuz olana arzumuz hepimizin olmuyor mu ? bu konuda en iyi sığınılabilecek liman “mutsuzluk”…diğer yolu deneyenler sadece o yolda kaza yapıyorlar…çünkü “mutsuzluk” dışında kalıcı olabilen bir şey yok…o her daim var…
mutsuzluğun en temel özelliği ve ortaya çıkma sebebi yapılan alışkanlıkların birden bırakılması ve her zaman yaptığınız şeyleri abartmak…
harika bir insan mıydım ? öyle sanıyordum…her şey güzel gidiyordu sence belki de…kendini huzurlu hissediyordun…ama öyle bir zaman geliyor ki yarış sonundaki ipi göğüslediğinizdeki bitiş anı gibi birden bitiveriyor bunlar…yarış bittikten sonra söyler misiniz insanlar nereye doğru koşuyorlar ? “belirsiz” , “sonsuz” başka bir “yarışa”…simsiyah…daha da siyah…siyahın tonu hiç değişmez sanmayın…
öyle bir dünya düşünün ki eliniz kolunuz bağlı…elinizi , kolunuzu hareket ettirdiğinizde bundan hoşnut olamıyorsunuz bazen…hiçbir şey yapmak istememek de büyük bir savaştır…bence en zorudur…ölümüne bir sıkılganlık hissediyorsunuz…asansörle birlikte aşağı düşmek gibi…katları teker teker düşüyorsunuz…durdurak bilmez bir yarış işte…
mutsuzluğu anımsatan şeyler , onu bizzat besleyen , oksijen-karbondioksit döngüsü gibi bir şey… bunu en çok kendi içimde ve sonra müziklerde hissediyorum…ona anlam katıyor sanki…inanılmaz bir boşluk içinde hissediyorsun…ama nedense bir şey atıyor kulakların çınlarken…siyah da olsa görebiliyorsun bazı şeyleri…ona alışmak zor değil…bulaşıcı bir şey mutsuzluk…yakalanmazsanız çok şey kaçırabilirsiniz…
bu yolda yaşamayı seçmiş insanlara her zaman şaşırtıcı şekilde bakılacak biliyorum…keşke bunu anlayabilecek durumda olsa herkes…ama anlamayacak insanların varlığı mutlaka gerekli bu noktada…
offf…mutsuzluk her zaman yanı başımızda…beş dakika hissetmesek altıncı dakika onu hissediyoruz…
kötü…mutsuzluk susturuyor insanları bir de...suskun yapıyor insanı günden güne...ama hayatı insana zindan eden bir şey değil bu…zindanın kendisi olmak belki de…kelimeler onu anlatmak da o kadar kifayetsiz kalıyor ki…
mutsuzluk geri dönüşü olmayan bir yol gibi…ters giden bir şeylerin hep olması…onları kanıksamak…lanet olsun dediğin her dakikaya sarılmak…danışıklı dövüş…
sert , acımasız…soğuk…düşünmüyorsun…amaçsız…sebepsiz işte… zamansız ama sonsuz…kimsesiz…en çok da kaybolarak…simsiyah…siyah...




Prozaic (31 Mart)

Asansörden beşinci kata çıkmasını beklerken onun birden bir kat aşağıya gitmesine anlam veremeyip sinirlendiğimiz anlar olmuştur…Asansöre hiç binmesem daha iyi olacaktı çoktan yukarı çıkmıştım veya çoktan aşağı inmiştim dediğiniz de olmuştur…*
Bunu, bizzat, insanın mantıklı hareketler aldığını zanneden- aslında - aptal olan mekanizmasıyla özdeşleştiriyorum…İnsan, doğası gereği ilginçlikleri içinde barındırıyor…Bazen mantığımız çok yanlış kararlar verebiliyor…Tek bir doğru karar olmadığı için insanın yanlışı seçme olasılığı da burada ortaya çıkıyor…Öyle olmasaydı, hepimiz doğru düzgün hareket etmez miydik?
Beyni , vücuduyla aynı çalışan ve birbirini tamamlayabilen insan var mıdır bilmiyorum…Belki de bunu başarabilenler sadece yüksek ilahi güce sahip olanlardı…Bizler ise sıradan insanlarız…İlginçtir ki hala üstün bir yaratık olduğumuzu zannedip duruyoruz…Belki de bu sahip olduğumuz sıradanlığa bir başkaldırıdır…Demek istediğim , çok atıp tutan , geyik insanlarız aslında…Ne kadar ciddi gibi olsak da iç dünyamızda kendi kendini geberten bir yaratık var…Bu yaratığı dışarı nasıl yansıtmıyoruz? Bunu kimse bilemez herhalde…Çünkü bunu açıklayabileceğini sanacak tek yaratık yine "insan"…
İnsanın doğası dedim , çünkü bazı filozofların da dediği gibi insan aslında çok iyi niyetlerle doğmuyor…Egoist tavırlar , kötümser bakış açısı insanların alt kimliklerini oluşturuyor…Bu durumda yaptığımız hareketler sadece bir “rol” den ibaret oluyor…İyimser insan bile bazen bu gerçekliğe teslim oluyor…Çünkü roller değişebiliyor yaşam içinde…
İnsanların karar almadaki en büyük yardımcısı onun mantığı oluyor...Mantıksızlık ise aslında bir seçimmiş gibi görünüyor insan yaşamında…Fakat biz mantıklı olanı seçsek bile bu genelgeçer bir doğruya uyum sağlamayabiliyor…Okul yaşamını ele alırsak , derslere çalışmamak bir "mantıksızlık" örneği , öğrenci olmanın gereklerine aldırış etmeme olarak görülebilir…Ders çalışınca , öğrenciliğin tüm gereklerine yerine getirince "değişen" pek bir şey olmuyor…"Madalya" vermiyorlar , "Oscar" vermiyorlar…Öğrencilikten profesörlüğe geçmiyorsun…Yine öğrenci kalıyorsun…
İnsan her şeyi doğru yapabilseydi "insan" olamazdı…Evet hep bu cümleye inanmışımdır…Önemli olan ise yanlışı kabullenebilmek…Elbette ki buradan çıkarılacak şey yanlış davranışların yanlış olduğunu unutmak değildir…Demek istediğim her iki ihtimali de düşünmek…
Başta demiş olduğum “aptal mekanizma”ya verilebilecek en iyi örnek “kendimdir” diyebilirim…Çünkü kimimiz de çıkıp ben aptal mekanizmaya sahip değilim , “süperim” , “çok çalışkanım” , “harika bir sevgilim” var , insanlar beni “kıskanıyor” , bu yazının ne dediği “umrumda” değil diyecektir…Hepsini bir arada demese bile bunların bir kısmını diyen çıkacaktır…
Öyle ki bazen beynimin istedikleri ile vücudum uyuşmuyor…Bu, yolda her gördüğü oyuncağın alınmasını isteyen çocuğun annesinden olumsuz yanıt almasına benziyor…Beynim uyumak istemiyor ama vücudum “hayır” diyor…Vücut, bu beyni nasıl barındırıyorum diye hoşnutsuzluk içinde…İşte ,yukarıda bahsettiğim içinde kendi kendini geberten yaratıktan kastım da buydu…Öyle ki bazen de vücudumun istekleriyle beynim uyuşmuyor…Bu da yolda her gördüğü oyuncağın alınmayacağını bilmesine rağmen çocuğun yine de ağlamasına benziyor…Vücudum “dinlen” diyor , beynim ona “hayır” diyor…Vücut ağlıyor belki ama istediğini çok çok zor elde ediyor…Çocuk ise sonunda her istediği oyuncağı alamıyor ama küçük bir oyuncakla avunabiliyor…Burada beyin ve vücut çarpışıyor..Çünkü “aptal mekanizmasının” doğal olan kısmı bu…
Bazen beyninizin “kendisiyle” bile uyuşmadığı oluyor…Vücutla olan savaşının dışında “kendisiyle” de savaşıyor beyin…Vücut da bazen ona özenebiliyor…
Beynin, vücuda beşinci kata çıkmasını söylediği anlarla vücudun onu bir kat aşağı götürmesini oturup saymaya kalksak işin içinden çıkamayız sanırım…
İnsan genel olarak , mantıksızlığını ne kadar idrak edebilirse o kadar insan olur diye düşünüyorum…Çünkü biz hep mantıklı olduğumuzu ve öyle hareket ettiğimizi sanarsak buna sonunda inanabiliyoruz…Yanlışı görebilmek de mantıklı bir harekettir…
Arasıra insan kendi kendini gebertebiliyor…Asansöre de biniyor…Merdivenden de çıkabiliyor…

Stiff (17 Mart)


Belki de rastlamışsınızdır bilgisayarların bağlandıkları “server” yani sunucuların bulunduğu bir bina olur olur…Bu sunucuların bulunduğu binada inanılmaz kablo yoğunluğu olur…
Düşününce bunun insanın yapısıyla ne kadar uyumlu olduğunu anlıyorum…
İnsanın yaşamı aslında gerçekten tek yönlü olabilirdi…Bebek kalsaydı…Doğal olmak adeta seçilen yollardaki sabit gidişinizle eşdeğerdir…Ne kadar az sarsılırsanız o kadar iyi denge kurmaz mısınız? İnsanoğlu büyüdüğünden bu “tek” yönlü olabilme yetisini ister istemez kaybediyor…Büyüdüğünü gören insan çevresindeki diğer tek yönlülüğünü çoktan kaybetmiş insanlara benzeyeceğini görüyor…Kaçınılmaz olduğunu anlıyor…Tek yönlü derken tabii ki sabit fikirli anlayışı çıkmasın buradan…Tamamen kusursuz bir insan tanımından bahsediyorum…Aynı bebeklikteki gibi…Saf…
İnsan olmak dünyadaki seçilebilecek mesleklerden veya kimliklerden en zoru olsa gerek…Bu kadar çok “yönlü” olmamızın bizi daha da kararsız yaratıklar haline getirdiği yadırganamaz…Küçüklükten beri sahip olduğumuz benlik duygusu , büyüdüğümüzde rolün gereklerine uygun olarak değişiyor…Şunu bilmemiz gerekiyor ki aslında “tek” bir yaşantımız , kişiliğimiz , beynimiz , benliğimiz yok…Bunu daha sonra tekrar tekrar fark ediyoruz…Umursamıyoruz…Karmaşık yapımız, bizim başlangıçtaki gibi tek olmamız ve bunun sahip olduğu delinmez yapıyla savaş içinde…Ve onun en yakın destekçisi bu savaşta “büyümek”…
İnsanın “tek” yönlü olmadığı bir gerçek…Şu kahve fallarında çıkan yollar gibi insanın seçtiği birçok yol var ve bu, onun "tek bir gerçekliğe" ait olmadığını gösteriyor…Yani sadece “ben” demekle olmuyor…”Ben” i veya “sen” i anlatırken başka bir kişiden bahsediyormuşuz hissine kapıldığımız çok olur…”Ben” şöyleyimdir diyen bir insan gerçekten öyle midir ? Yoksa sadece bahsettikleri “ben” e yüklediği anlamlardan mı ibarettir ? “Sen” e , “sana” verdiğim anlam da sadece kavramlardan ibaret oluyor bu durumda…İnsanların kullandıkları bir tabir olan “ruh ikizi” kavramı çok ilginçtir bu bakımdan…Bence insanların ruh ikizi yoktur ruh dördüzü veya daha çoğu olabilir…Ama nedense sadece rakamı “iki” de tutmak istiyoruz…”Bir” e ise hiç inemiyoruz çünkü küçülmek ve o savaşı kazanmak imkansız…
Konuşurken aslında düşüncelerinizdeki gibi kendinizi yansıtamadığınız olmuştur…Ses , sanki sizi farklı yapar o an için…Bir de kafamızdaki iç ses var…Kalbin sesi olduğunu da söyleyenler var…Aslında çok yönlü olduğumuz için kalbimizin sesi ile kafamızın sesini birleştirip “tek” bir ses yapamıyoruz…İçtenlikle inanıyorum ki çok yönlü olmasaydık , “çok” olmasaydık daha az yalan söylerdik…
Çok yönlü olmak kimilerine göre iyidir kimilerine göre kötüdür…Bu tartışmaya açıktır…Benim değinmek istediğim şey ise insanın her gün , her saat , her dakika ve belki de her an dolaptan giysi seçer gibi kendine bir yol seçmesidir…Başta dediğim gibi kararsız olduğumuz apaçık…Gelecekte ne olacağı hangi yolu seçip neye bürüneceğimiz çok belirsiz…
Tek yönlü olmak insanın yapamayacağı bir şey olduğundan,insanlar bunu araştırmıyor çünkü gerek duymuyor…Asla mükemmel olamayacağız ve zaten insan yaşamını tamamlayan erdemleri örneğin “sadakat” “hoşgörü” “acıma” bunları tam anlamıyla yerine getiremeyeceğiz…
İnsanlar kendileriyle olduğu kadar diğer insanlarla da konuşuyor…Herkes birbirinin derdine ortak oluyor…Dünyada bilmem kaç milyar insan yaşasa da aslında sayımız o kadar değil…Burada diyeceksiniz ki insanın tek bir vücudu vardır , tek bir beyni vardır ve buna göre konuşur…Elbetteki doğrudur ama insanın seçtiği tek bir yol yoktur…
İnsanın kararlı bir yaratık olduğuna inanması sadece bir aldanmadır…Ne kadar kararlı da olsa insan kararından her an dönebilme özelliğine sahiptir…Bir kişi bir kişiye aşık olur ve sonra fikrini değiştirip başka birine de aşık olabilir…Gerçekten kararsız bir o kadar da çok yönlü olmamızın en küçük örneklerinden birisi bu sanırım…
Ne zaman ne yapacağımız belli olmuyor…Bulunduğumuz ortam okul ise bu sadece belli bir süre var oluyor bizim için ve sonra zamanı gelince o ortamdan ayrılıp başka yerlere gidiyoruz…
İnsanlar tek yönlü haline ne kadar dönebilirse o kadar iyi…En azından ona benzer hareket edebilirse...Anlatmak , karşıdakinin anlamasını sağlamak , çok zor biliyorum , zaten farklı bir yaratık değiliz ki bu zor durumu kavramayalım…Çok yönlüyüz , çok kabloluyuz , çıkmaz sokağız , farkında değiliz…


Ecclesia (11 Şubat)

Kaydırmıştı yazısını…Buna sinirlenmek bir yana bütün her şeyi tekrar yazması gerektiğini bilmek ona zulüm gibi geliyordu…Ayarlama yapmadığı kağıdına umursamaz şekilde baktı…Olmamış dedi…Tekrardan koyuldu , sinirle ve hırsla…
İnsanın yapısı atomlardan oluştuğu içindir herhalde en küçük bir şeye “sinirlenebiliyoruz” veya çok küçük bir şey hayatımızı “olmazdan” “süper” hale getirebiliyor…Böyle ip üstünde yürüyen cambazlar kadar dikkatli, saç kılından ince bir yaşam yaşıyoruz…Sabır denilen kavramın eksikliği gün geçtikçe artmakta…Zaten insanların birbirini dinlememesi de buna kötü yönde katkı sağlıyor…Biz zannediyoruz ki çok büyük işlerin altındayız , dünyanın merkezi biziz ve başımızda halledilmesi gereken devasa sorunlar var…Aslında yaşam zor olmasına rağmen , insanlar basit yaratılmış…İnsanlara “basit” yaradılış zor geliyor ki kendilerini mutlaka “anlamlandırmak” istiyorlar…Yeri geliyor insan hayvan olamıyor mu? Oluyor…Küçümsediğimiz hayvanlar…Biz basit olduğumuz için bunu yediremeyip , işleri yokuşa sürüyoruz ve zorlaştırıyoruz “kendimizi” ve “insanlarla olan ilişkilerimizi”…İki çift laf etmiyoruz dolmuşta yanımızda oturan kişiyle…”Doğru” diyeceksiniz neden tanımadığım insanlarla konuşayım , sohbet edeyim…Çünkü biz basit değiliz(!)…
“Dokunsan ağlayacağım” deyimi veya “etekleri zil çalmak” gibi örnekler sanırım insanoğlunun kendini "anlamlandırma" sürecindeki aşamalar…O kadar doluyuz ki , ayıracak vaktimiz yok…O kadar planlı programlıyız ki “boş” zamanımızda bile “dolu” zamanımızda ne yapacağımızı düşünüyoruz…Bir “kar tanesi” veya “yağmur damlası” değiliz…Hep “dolu” yuz…Ortamız yok…Uç noktalarımız o kadar çok ki toplum içine çıktığımızda birisi olay çıkarsa da hepimiz hünerlerimizi göstersek diye bekliyoruz sanki…Dikenlerimizi saklıyoruz...
İnsanoğlu bir şeylerin rövanşı peşinde hep…Seni beni yenemezse rahat edemiyor…Basit olduğunu inkar etmeyip , aksine basitliğin bir başka göstergesi olan “samimiyetsizlik” , “gösteriş düşkünlüğü” ve “kibirlilik” gösteriyor…Kendini tanımayan insan diğerlerini zaten tanıyamaz…Basit derken tabii ki doğamız itibariyle basitiz…Beyin gibi bir organımız var ki en azından şu yazıyı okurken “aaa evet ben salak değilim” diyebiliyorsun kendi içinden…
Durdurak bilmeyen insanların birbirleriyle olan savaşının nedeni bence kendilerinde bulamadıkları o barışıklık duygusudur…Basit miyim değil miyim iç savaşını yaşıyor insan…Bakıyor ki kendisi basit olmadığından – ona göre – diğer kişileri basit olarak görüyor…
İnsanların kendisiyle alay etmesini veya diğer insanların zayıf noktalarını görüp bunlarla alay etmesini hoş karşılamayız…Çoğumuz hoşlanmayız…Ama ben bundan hoşlanıyorum…Çünkü insanın doğasını inkar etmemek için başvurabildiği ender yollardan birisi de budur diye düşünüyorum…”Saçmalamak” ve “kendiyle” alay etmek…
Basit olmadığımızı sandığımız bir diğer nokta “eleştirmektir”…Eleştirilmeye gelemiyoruz…Kim bizi eleştirse basitliğimizden korkuyoruz…Ama ne zaman ki birini eleştireceğimiz tutuyor o zaman bizim dikenli olan diğer yapımız devreye giriyor ve eleştiri oklarını birer birer yaylarından fırlatıyoruz…Bu bir yarış gibi…Kim kimi eleyecek yarışı…Kim basitliğini daha iyi gizleyecek…Kim “gerçeği” daha çok “yalana” sığdıracak? Bu konuda usta olmak ise tecrübe ile elde edilen bir şey sanırım…
Oysa yaşam bütün bunlara rağmen çok temiz başlamıştı…İlk soluduğun hava tertemizdi…Bir şarkıda der Sezen Aksu “Bu kızgın bu kalp kıran eller bir zaman bebektiler…Sahiplenme senin değil bu “dikenler”…
Yani basittik aslında başlangıçta…Kemiklerimiz bile yoktu…”Dokunsan ağlayacak” durumda değildik her şeye gülüyorduk…Başladığımız nokta şuanda içinde bulunduğumuz noktadan kat kat iyiydi…Yaşamla alay ederdik küçükken…Top oynardık , ip atlardık , tek derdimiz buydu…Dünya umrumuzda değildi…Zor değildik…
Yaşama ne kadar çok uyarsak , kurallara uyarsak o kadar sıkıcı olacağımıza inanan insanlara hak veriyorum...Dünyaya eğlenmek üzere gelindiğini söylemek sanırım yanlış olmaz…Ama basit olmadığını iddia eden insan bunu inkar edecektir…”Zor” olan yaşamı savunacaktır kendisine karşı...Her zaman basitliğinden dem vurulmasından korkacaktır…Ama olsun önemli değil…Basit olmadığını sanan insan yine de “basit” i “zor” yapmayı ve “zor” u “basit” yapamamayı başarıyor…

Ters (4 Şubat)

Sıraya koyuyordu…Maddeliyordu yapacaklarını…Düzensizlik ona yabancı bir kelimeydi…Her işini “doğru” “düzgün” yapmak isterdi…Aynı , anlamlı iki sözcüğün oluşturduğu ikilemelerin daha doğru olduğuna inanır gibi…Plan ve program da yine onun mantığına uyan kelimelerdi…
Ama hayat bazen iki “anlamlı” kelimeden oluşan ikilemelerdeki gibi olmayabilir…Bunu fark ettiğimiz anlar fark etmediğimiz anlardan daha azdır…Nedenini de sorgulamayız zaten…Şöyle bir düşündüğümüzde de “aaa evet” deriz…Terslik , aksilik ise hayatın diğer yanıdır…Diğer yanı şöyle dursun dünyanın yuvarlıklığı kadar o da olağandır…İnsanın : “şu dünyanın düzenine bak , hiçbir işim doğru gitmiyor” dediği çok olmuştur…Aslında bilmeden dem vurduğu şey tersliğin hiç de “ters” bir durum olmadığıdır…Dünyada ne yaparsak yapalım dünya da bize onu iade ediyormuş gibi gelir bana…Kötülük yaparsın , kötülüğü karşında bulursun…Çok su içersin , sonra kusarsın…İçtiğin su , aldığın nefesten sonra verdiğin nefes gibi değil midir ? Ters olan ise burada yaptığımız bir şeyin düz olduğunu sanmamızdaki yanılgıdır…İnsan her ne kadar mükemmeli başaramayacağını bilse bile bunu dener ve ondan sonra işlerin yanlış ve “ters” gittiğinden yakınır…Çözümü kendi içinde arar…Aslında sorunların bazen tersten gidilerek aşıldığını anlayarak hayıflanır…Bu çok ilginç gelir bana…Geri geri gitmeyiz , geriye bakmayız…Ters durumlardan hoşlanmayız…Ters insanlar , ters davranışlar…Ama bunlar olmasa biz kendimizin çok doğru olduğunu “sanamazdık”…Tezatlık , tek düzelikten daha iyidir bence…Sistem de ona göre oluşturulmuş sanki…Birisi doğarken diğeri ölür…Canlı da bir şey demek ki bu “ters” kavramı…Nefes alıp veriyoruz , alırken “doğru” ama verirken “ters”…Yazı tura atıyoruz…Olasılıksız bir dünya düzeni düşünemiyorum…Düşünsenize her dediğimizin doğru olduğunu…Ne kadar sıkılırdık…Yalan söylemeye ihtiyaç duymazdık…Güldüğümüz şeyler ters şeyler aslında…Gülememek ise çok “ters” bir durum değil mi? İşte bunların olmaması için sıraya koyduğumuz şeyleri doğru yaparken ne kadar “tersi” göz önüne alıyoruz buna da dikkat etmek gerekir demek ki…
Bedük’ün şu sıralar “Ters” şarkısını çok dinler oldum…Şarkı çok anlamlı…”Ayaklarımdan ta yukarı astım kendimi böyle iyi geldi” diyerek başlıyor…Belki de doğru düzgün olan yaşamı alaya alıyor…Bence de doğrusu bu…İnsanın tezatlığı görmesi kimi zaman zordur fakat kendisinin de tezatlığa bir örnek olması kaçınılmazdır ve bunu da itiraf etmesine gerek yoktur…Her ne kadar insan, kendisinin “ters” olmadığını savunsa da , iç ses denilen ayrı bir “ters-ben” vardır herkesin içinde…O yapma der sen yaparsın…Kendinsindir ama iki tanesindir…Yaşamı anlamlı kılanın “ters”in kendisi olduğunu unutmak yadırgatıcı olsa gerek…İki boyutlu olsak tekdüze olurduk…Ama üç boyutluyuz…
İnsanın mutlu olması , üzülmesinden sonra gelen bir durum…Üzülmesi için de mutlu halinden mutsuz haline geçiş yapması gerekir…
Maddeci , çok somut , planlı insanların mutsuz olması da beni çok şaşırtmaz…İki gözü olup da tekini kapatmak gibidir bu…Yaşam onlara göre siyah beyazdır…Saatlerce aynı şeyi yapmak onlara tekdüzelikten ziyade olağanmış gibi gelir…Ters durumlara tahammül edememeleri sanırım korktuklarından…Olasılık onlara azılı bir düşmanmış gibi gelir…Çevremizde böyle insanlar var…Tezatlığı çok yaşayan insanlar ise dışardan her ne kadar kendi içinde hesaplaşamamış gibi görünseler de aslında çok renkli kişilikler değiller midir ? En azından gri rengin olduğunu benimsemişlerdir yani barışmışlardır kendileriyle…”Ama onlara bir ben “ters” geldim” der Bedük…Biz kendimiz çok düzgünmüşüz gibi o insanları eleştiririz…
Hayatta işlerimiz istediğimiz gibi gitmediği zaman , keşke yapılan şeyleri değiştirebilseydim , geri alabilseydim hayatı deriz…Aslında yapmak istediğimiz , yaptıklarımızın tersini ; yani farklı olanı yapmaktır…Her şey terstir aslında ama fark etmeyiz…Ne kadar çok kendimizi eleştirsek de yine kendimizi haksız çıkarır bir yapımız var…Kendi kendini haksız çıkaran insan diğer insanları nasıl haklı veya haksız buluyor bunu da anlamamışımdır…
Fakat dünya yine de dönüyor…İnsanlar dönüp dolaşsa da ilk noktaya geliyorlar…Tersten gitse de aynı yere varacağını biliyor…Bunu göz ardı ediyor…Her şey “ters” aslında ama fark etmiyor…

Climax (25 Ocak)

Tepeden aşağısı ne kadar da ürkütücü görünüyordu…Yükseklik korkusu olmasa bile bir insanın o kadar yukarıdan aşağı tepe taklak bakması korkutucuydu…Çığlık atan insanlar,bununla beraber hareketsizliğin verdiği hapis efekti ,korku filmlerini aratmıyordu…Dokunduğun demirleri adeta hissediyordun ve bırakmak istemiyordun onlar seni güvende tutsa bile…Birkaç saniye geçti ve dünya sanki eski düzenine döndü…Nefes alışverişin düzensizlikten başka bir düzensizliğe geçti…Ama neden bitmişti?
Güzel şeyler hemen de bitiyor…Güzellik değil genel anlamıyla hoşlandığımız şeylerden bahsediyorum…”Ranger” da öyle gelir bana , insan yaşamını biraz olsun anlatır…”O”nu “ilk kez” gördüğünde aşık olursun…Bir de bakmışsın onu düşünmeden edemiyorsun…Normalde güvenin yoktur ilk başta kendine,aşka.Sonradan her ne kadar için seni tetiklese de sarsıcı güvenlik çemberine girmişsindir…Belki de bu ,aşkın “geri dönülmez yolu”nun başlangıcıdır.Bir şeyler olacaktır sonunda ama hız kazanmak için erkendir…Beynin hiç olmadığı kadar hızla çalışır…Nefesin kesilir an be an…Artık “o”nunlasındır…En tepesindesindir zirvenin…Unutulmaz olmasını isteyeceğin ve unutmayacağın o an gelmiştir sana göre…Neden kısa sürdü ? Neden hemen bitti?…Neden mavi-kırmızı renkli kutuya sahip kolanın reklamındaki gibi “Hep daha fazlasını” elde edemedik?…Aşk da böyle…İstediğini alamadığında bitiyor.Gelip geçiciymiş diyorsun ve birden “kendine” geliyorsun…Hız kazanıyorsun , düşüşe geçiyorsun…Ölümüne bir düşüş…Beynindeki kılcal damarlar hissetmediği kadar basınç hissediyor.O “basınç” dedim ya , inanılmaz bir şey.Evinize hırsız girdikten sonra evinizle karşılaştığınız o andaki beyninizdeki “basınç” ile aynı his...Rüyanızda biri sizi vurmadan önce hissettiğiniz son saniyedeki his…Aldatıldığınızı anladığınız andaki his…Yumruk yediğinizde nefes alamadığınız andaki his…Biraz sonra hayat devam ediyormuş diyorsun ve gözlerini uzun süre kapalı tuttuktan sonra açmış gibi uyanıyorsun…Ah evet!…Süresi varmış.Doğru ya her şey gibi aşkın da süresi varmış…”Her güzel şey bitermiş , aşk nedensiz sevmekmiş” der Teoman.Haklı da…Zaman kavramının egemen olduğu dünyada , zamansız hiçbir şey olmuyor , maalesef.Bir şarkıda sevdiğiniz bir veya iki önemli bölüm vardır.Şarkı sürüp giderken , güzel olan kısım bitmek için çabalar.Hayat onunla ters orantılı olarak “ilerler”.Hayat zaten güzel şeylerin efendisi olduğu için ,onları çok gözetmez ;ama o benim der ve sahiplenir.Kafasına göre davranır.Biz ise hayattan, onun istemediği kadar ,bize sahip olduğu şeyleri uzun süre yaşatmasını isteriz.Patates kızartması hiç bitmesin isteriz doyana kadar.Hayat ise işte o patates kızartmasının bitme sürecinin ismidir.Bu da bana aslında sınırsızlığın iyi bir şey olmadığını ve çok aşırının iyi olmadığını anlatıyor.Hayat zaman gibi geniş olduğu için , okyanus iken ; küçük ve güzel şeyler zamanın onbinde birine eşit olduğu için o da damlayı temsil ediyor.”Bugün” hemen geçiyor ama “geçmiş” ve “gelecek” hep sabit kalıyor.Bugün gibi “anı yaşamak” da bir çeşit güzelliğin hemen bittiği durumlardan birisi.Yaşadığımız güzel anları toplayıp onları saklayıp ondan sonra onları kullanabileceğimiz küçük kutular olsa.Uçuk olsa bile ,dilediğimin anında olması ilginç olurdu...Bir yağmur damlası vardır…Bulunduğu sulardan yükselip , Ranger’ın tepe noktasına yükselir.Oradan kısa süre sonra düşer...Daha fazlası olamamıştır…Hayat, onu zamanın girdabına çekmiştir…Sonlanmıştır artık her şey…İnsan yaşamı ne kadar güzel de olsa hayat ona sahip oluyor…Uzun kısayı geçiyor…Nefes alışın düzensizlikten başka bir düzensizliğe geçiyor…Artık tepeden aşağısı ürkütücü görünmüyor…

Recurring (22 Ocak)

Her geçen gün artırıyordu…beynindeki sunumlar ordan oraya bir kuş misali uçuyordu…düşünürken bile yoruluyordu…ama bu yorulma kafasını konuya vermesinden değil birebir üşengeçliğinden geliyordu…düşünmemek için harcanan çaba görülmeye değerdi…düşününce de üşengeçliğinden yarıda bırakıyordu kafasında dönenleri...
Bıraksa , olmuyor ; olsa da bırakabilseydi…öyle bir üşengeçlik , umursamazlık…

Kayıp , kaybetmek , yenilmek , yenilgi…Nedendi böyle ? Böylesi mi iyiydi?
Yenilgiden zevk almak bir yana ondan nefret etmekten bıkmıştı…Öylesine yorgundu ki , göz kapağını açarken kaşlarından yukarıya süzülen ama hissiz bir ağrı oluyordu.Hareket edince başı ağrıyan bir durumdaydı.Hastalanıyor muydu ? Hayır.Hastalanmak ona göre değildi.Cesaret edemezdi hastalık bu bedeni yere devirmeyi…Ama öyle bir an oluyor ki , ne hasta olabiliyorsun ne doğru düzgün “durabili”yorsun.”durabili”ten düşüyor birden…ben bunun “hiçbir şey yapmak istememekle” alakalı olduğunu düşünüyorum…insan bir şey yapmak istemezse çok yoruluyor…cidden öyle…aynı şeyi çok kez yaptığında veya birçok yapacağı şey varken yapmak istemediğinde de yaşıyorsunuz aynı şeyi…rutini yerine getirmek sıkıcıdır ama rutinin kendisinden sıkılmak ne yoğun bir aşamadır bunu ben de bilmiyorum…bazen yakalanıyorum o duyguya da…kendimize sorduğumuz anlar vardır çoğu zaman : iç sesine kulak verirsin(aslında o sana kulak verir…bir paradoks) , “gözünün üstünde neden kaşın var?” , bu soruya yanıt veremez kendi içinde insan…neden yanıt veremediğimizin cevabı yine kendisindedir…dedim ya paradoks…rutini anlamayıp , sıkıldığımızda da bu soruya yanıt veremediğimiz gibi aynı şekilde kalakalıyoruz…içinden çıkılmaz durumlar oluyor günlük yaşamda…alternatif kalmıyor sana…alternatifsizlik yorgunluk demek ve insanları da özellikle “üşengeç” yapan daha doğrusu “umursamaz” yapan da budur diye düşünürüm hep…umursamadan , ciddiye almadan , görevini yapmadan , sorgusuzca , iş yapmadan hayat yaşanmaz diyen insanlar var hepimizin etrafında…ama öyle olmadan da yaşayan insanlar var , yok mu ? hem üşengeçlik kötü mü ? “üşengeç” kelimesi bile kendi içinde üşengeçtir neden mi ? “üşen” fiil köküdür , bizzat bize “üşen” memiz gerekliliğini anımsatıyor…”geç” de var işin içinde.”üşen” ve “geç” kal…erkenden kalkma , geç uyu , umursama , sallama , sallama çay , nescafé , hayır hayır normal kahve…bunları da barındırıyor sanki içten içe bu kavramları…rahat insan…ne kadar rahattır ? bence durmadan çalışarak değil üşengeçlik yaparak…üşengeç olmak için de çalışmanız gerekir şaka maka öyle…”her şeyin başı çalışmaktır” diyen kişiye göz kırpıyorum buradan…evet işte üşengeçlik yapmak da bir çalışmadır…sayısız üşengeçlik örnekleri var…ben mesela bir keresinde ışığı kapatmaya çalışırken , uzakta olduğumdan dolayı çekmeceye yönelmiştim…oradan bulduğum metreyi aldım hani şu küçük kibrit kutusu kadar olanlardan…açtım da açtım…uzadı , kırıldı , ümitsizliğin habercisi gibiydi umarsızlığın da simgesi…bunca uğraş , meyvesini verdi mi ? çok yaklaşmıştım…metrenin bir tüy kadar etkisiz darbeleri katı ve taş kesilmiş ışığın açma kapatma kısmına etki etmiyordu…kalktım , lanet olsun dedim ve elimle kapattım…daha çok çaba sarf ettim ilk önce kalkıp kapatmam gerekenden…yine yenilmiştim , kendime…ama üşengeçlik ,bir kişi daha kazandı…metre olmadığı zaman bazen ayağımla kapattığım oluyordu da çok yapmıyorum artık…klavyeden bir şey yazacağım zaman bazen , var olan harfleri kopyalayıp yeni kelime yazıyorum…ellerin hissizleşiyor…”yorgun”luk ile arkadaş oluyorsun git gide...hastalanmıyorsun…hasta olmak istemiyorsun…hareket edince başın ağrıyor…bunu söylemek bile üşendiriyor insanı…sağ gözün seğiriyor…kaşlardan yukarı hissiz bir ağrı var…



İznin İzi (20 Ocak)

İzin ilginç bir şey , birisinden alırsın…Birisine verirsin…Hayatta nelere izin veriyoruz , nelere vermiyoruz ? Sayısız…Ama nedendir bilinmez…Kimin kime izin verip , kimin kimden izin aldığı da çok belli değildir…Hangi izni alıyorsun da , o izin yetkisini kullanarak diğer kişiye veriyorsun ?
Küçük bir çocuk bisiklet sürmek için annesinden izin istiyor.Annesi de o yetki ona aitmiş gibi davranarak “izin” veriyor.Annesi acaba bisiklet sürerken birisinden izin almış mıdır ? Eminim ki almıştır.Bu döngü böyle ilerliyor.İlginç.
Ama evet , gücü çok olan ve yöneten konumunda olan kişiler bu “izin” denilen şeye daha çok hakim galiba.Patron kelimesiyle birebir özleşen durumlardan birisi de “ondan koparılacak izin” değil midir ?
Demek istediğim bu döngü içinde bazı kurallar var.Kurallara göre bu izin olayı işliyor.Kurallara uyarsan izin daha da kolaylaşıyor.
İzin almak bence birebir özgürlükle alakalı.İzin almak derken yanlış bir anlatım olabilir , izinin alınması-verilmesi olayı özgürlükle ilgilidir diyorum.
Birinden çok izin alıyorsam , özgür müyüm ? İstediğim kadar ? O yüzden biraz da stabil işleyişi var “iznin” kurallar gibi.
Dolmuştan inerken “müsait bir yerde” diyoruz.Aslında burada bastırılmış özgürlük söz konusu .Hani “siz bilirsiniz yine de , süren sizsiniz dolmuşu , beni de indirseniz fena olmaz” düşüncesiyle söylenmiş bir izin alma süreci bu da.Kimisi de var ki rica etmez-iznin her zaman rica olup olmadığı tartışılır-direk söyler “müsait bir yer” veya “x yerde inecek var” diye.Bu insanları ikinci derece bastırılmış özgürlük konusuna dahil etmek istiyorum.
Şöyle ki , belki de eskiden çoğu kez emir almışlardır ve bunun dışarı yansımasını görüyoruzdur bu insanlarda.”Hadi canım sen de ne alakası var” diyebilirsiniz.Kabul ediyorum ben de “müsait bir yerde” diyorum ama bu yazıyı yazana kadar bu dediğimin farkına varmamıştım.
Değişik durumlar da olmuyor değil.Konuşmada veya bir tartışmada “Söz alabilir miyim” diye soruyor konuşmacı.Yine bu özgürlük bağlamında bakarsak “Sen bana söz ver de bakalım ben neler diyorum” u görebiliyoruz içten içe.
Ha bir de “izin belgesi” vardı öğrencilik zamanlarında.Bu belgeyi verip aslında “izni vermesi” gereken kişiyi “h.t” edebilirdik.Naifti o açıdan bu belge.İzin hayatın bir gerçeği.Çoğu zaman sıkılmışımdır izin almaktan ve izin vermem de enderdir…Evet aynen öyle…

Not Üzerin'e (8 Ocak)

neden üzerine değil de "üzerin'e" yazdın diyebilirsiniz...aslında hiçbir amaç gütmemiştim...fakat siz ortada bir amaç varmış gibi hareket ettiniz...öyle sandınız ;ama yanıldınız...aslında çok umursanacak bir şey değildi bu...oysaki dünyada bu yazı ve bu yazıdakilerden çok daha önemli şeyler var...biliyorum siz de merak etmediğiniz bir çok şeyi bazen merak edebiliyorsunuz...
satırlarıma değil de , şu "not" anlatımıma başlamadan önce şunu söylemek istiyorum...not aslında küçük küçük alınan bir şey değil mi ? bence öyle...öyle olması gerekirmiş sanırım...o yüzden buraya yazacağım yazı not olmayacak kadar uzun ama mazur görün bu yazı "not" kisvesine bürünsün...not, zamanında çok matah bir şeymiş gibi onu almak için çabalardık...not aslında iki taneydi...nasıl ki küçük veya büyük kağıtlara yazılan notlar varsa , bir insan da sizin hakkınızda not tutardı...bu not rakamlarla ifade edilirdi...bazen tek haneli bazen çift haneli olabilirdi,ender de olsa üç haneye çıktığı oluyordu...en korkunç sanılanı notları oluşturan "defterdi" ve onun da adı "not defteri" idi...bu defter öğretmenlerde bulunabilirdi kolayca , ondan hiç korkmamıştım...çünkü orada öğretmenlerin sizi nasıl "değerlendiremediği" yazardı açıkca...sınavlara girerdiniz ve size bir not biçilirdi.bu nota göre size davranılırdı okulda...senin kim olduğunun , senin ne düşündüğünün hiçbir önemi yoktu...bu kadar da ruhsuzdur o not defteri...ben ise not defteriyle rakip olabilecek kadar ruhsuzdum...öyle olmam gerekirdi...hiç bir zaman da sallamadım o notları...ha notlarım iyi miydi kötü müydü orasını anlatmayacağım ona başka "notum"da değineceğim...not'un biraz ötesinde ,o defter ,içinde öğrencilerin fotoğraflarını barındırırdı ki X'in Y'nin hiçbir yerde göremeyeceğiniz fotoğrafları burada yer alırdı...o fotoğraflar oraya koyulmadan önce bir telaşla bir odaya öğrenciler çağırılır ve fotoğrafları "çekilmeye" başlanırdı...çekilmeye ki : "hadi çekil işimiz gücümüz var" veya "çekilelim de bitsin" cümleleri bu olaya eşlik ederdi...öğrenciler ise "çekilme" işlemi bittikten , çekildiklerinden emin olduktan sonra umursamadan ilerlerdi...çekilmişlerdi artık ama üzülmenin anlamı yoktu...not defterinde görülünce bu fotoğraflar ister istemez insan utanırdı, ben böyle mi çıkmışım diye...ama hata zaten başta bu fotoğrafı oldu bittiye getiren insanlardaydı...duyduğumuz utanç bizim değildi...notun özelliklerinden birisi de sadece tek bir not olmaması ,o notların dönem dönem ayrılmasıydı...birinci sınavdan aldığın not ve diğer sınavlardan aldığın not toplanırdı ve ne tesadüf ki yeni bir "not" ortaya çıkardı.kimisi memnundu bu not denilen şeyden kimisi değildi...not defterinin neden pembe olduğu da muallaktır...neden ki acaba ? başka renk mi bulamamışlar...ama önemi yoktu , o , insanların onun hakkında tartıştığı renk konularını umursamazdı...ruhsuzdu...insanlar ona göre rakamlardan ibaretti...o sadece "yüz'e" yakın olanlara "YÜZ" veriyordu...not defteri ruhsuzdu ama yüzü vardı galiba...insanları bu kadar sevindiren veya hüzünlendiren bir şeyin yüzü olabilirdi...soyut değildi en azından..."yüz" vermediği öğrenciler ise ondan nefret ederdi...kimisi de nötrdü...ayrıca ,madem "yüz" vermiyor sana defter sen niye ağlayıp üzülüyorsun değil mi? bu da çok çok ayrı bir konu ama değinirim yeri gelince..."yeri gelince" terimine de sinir olmuşumdur çoğu zaman...o yeri gelince denilen "yer" aslında gelmez...öyle kavramların yeri mi var mıdır ki bir yere gelsin...not ise muamma değildir...kavramlar arasında sıkışmaz...onun ki programlanmış gibi , matematik sisteme dayanır...kesintisiz ve acısızdır...gerçek , çıplaklığıyla göz önündedir...not belli bir "ton"lama ile okunur öğretici tarafından...notu yüksek olanların notu gururla söylenir, defter de şenlikli bir düğün varmış gibi bu nota ortak olurdu...nottan nasibini alamamışların ise rakamsal değeri söylenmeyecek kadar gurur kırıcıydı demek ki...ama şunu diyebilirim ki ne o deftere ne de öğretmenin "ton"una ve "not" una aldırış ettim.......


Ketto (30 Ocak)

Tramvayda gidiyordu…Koşuşturmanın içinde o ayrı bir boyuttaymış gibi hissetti…Tramvayın kendi hızı onların hızıyla eş değildi belki ama boyutu farklıydı…Çevresine bakınarak ilerliyordu…Yalnız olduğunu düşündü...Bir an için önüne döndüğünde kadının küçük çocuğunu azarlayışını seyretti…Kendi çocukluğuna döndü sonra…Sahi…"Büyümüştü"…

Şehrin yalnızlaştırdığı bizzati "insanlar"…En çok onlar etkileniyor…Kuşlar bile uçarken birbirlerinden ayrılmazlar…"İt sürüsü" dediğimiz lakap insanlara verilse de aslında hayvanlar için söylenmiş bir şey…Sürü insanı da yeri geliyor yalnızlaşıyor…Yalnız olduğunu sandığı anlarda aslında yanılıyor…Toplum içindeyken kendini daha yalnız hisseden var mı acaba ? Duyar gibiyim…Birebir kendinle kaldığında bile daha çok kişi varmış gibi hissediyorsun…Neden çünkü insan kaçmak ister…Neden kaçıyor ki? Eğer tek başına kaldığında insanlar yok ise kaçmanın anlamı yok…Yola çıktığımda gözüme hep küçük çocuklar ilişir…Onlar belki bizden daha çok arkadaşlığa , dostluğa önem veriyorlar…Rekabetin , kazanma arzusunun en çok olduğu yaşlar o yaşlar…Ama arkadaşının iyiliğini en çok istediği yaşlar da o yaşlar…Kendi benliğini bulduğu yaşlar...Belki de saf…Ama ilerde kendi benliğinden başka hiçbir şey düşünmeyeceği zaman geliyor…Büyüdüğünü anlamakla , yalnız kalmak arasında bağlantı var mıdır? Belki…Hani bir laf vardır : "büyüdüğünde , kişisel özgürlüğünü kazandığında" diye başlar…Oradan başlar işte…Tramvayın bir hızı var , her bir insanın ayrı bir hızı var…Hızları da birbirinden farklı insanların…Bir kişi diğerine yetişemiyor…Birisi çok yavaş gidiyor anlaşılmıyor…Diğeri de hızlı gittiğini sandığı halde yavaş gidenle aynı durumda olduğunu ayırt edemiyor…”İletişimsizlik” de aynı, çayla yenilmesi "şartmış" gibi lanse edilen reklamdaki bisküvinin oluşturduğu beraberlik havası gibi kendisini “yalnızlıkla” özdeşleştiriyor…Her ne kadar birbirini dinlediğini iddia eden insanlar varsa da günümüzde bu bir kafa karışıklığı…Dolmuşçuya verilen 2 TL’nin ardından ortaya çıkan kafa karışıklığı da öyle...Öyle ki “kaç kişi olduğunu”soruyor 2 TL’den…Geçenlerde arkadaşımla dolmuşta bir olaya tanık olduk…En önde ,dolmuşçunun bir arkasındaki sıraya oturduk…Dolmuşçunun co-pilot pozisyonunda ise eli çantalı bir adam vardı…Eli çantalı adamın koltuğunun arkasında ayakta bir bayan vardı… Eli çantalı adam birden arkaya seslenerek : “Elindekileri alabilirim” dedi…Kadın ise kendine söylendiğini sandığı bu soru işareti olmayan cümleye : “Hayır gerek yok” dedi…Adam ise :“size demedim , oğluma dedim” dedi…Dolmuşçuyu bu durum ilgilendirmedi…Kadın da yolculuk bitene kadar ağzını açmadı…Dolmuşçuların da insanları dolmuşa doldurma çabasını onların yalnızlıklarıyla özdeşleştiririm kimi zaman...İnsanların hız limiti yok…Kendi içindeki hızlarının diğerleriyle ayak uyduracak seviyeye gelmesi zor galiba…Günden güne yalnızlaşıyoruz…Yalnızlık bayağılaşıyor , sanal hale geliyor…İnsanlar da sanal simülasyonlar gibi hareket ediyor…Sokakta yürürken mesela yalnızlığını anlatan bazı şeyler oluyor…İçilen bir sigara her ne kadar toplumsal olduğunu göstermeye çalışsa da ben yalnızım mesajı da veriyor…İnsanlar bir yerlere "kaçıyor"..."Ben kaçar" diyor geniş zaman kullanarak..."Görüşürüz" gibi umut vaad eden geleceğe dair cümleler eksik kalıyor…"Görüşmek dileğiyle" cümlesi ise artık duyulmaz oldu…Tramvaydaki adamın top oynadığı zamanlar çok geride kalmıştı...Evet…Topa vurduğu andaki hissettiği duygular , taptaze idi…Ona eşlik eden , birlikte terlediği ve ondan sonra birlikte dinlenip su içtikleri insanlar vardı çevresinde...Sonra "saklambaç" oynarlardı...Birbirlerinden kaçsalar bile aynı yerde toplanıp yeni bir oyuna başlarlardı…Günümüzde "yalnız kalmak istiyorum" diyenler sayısı azımsanmayacak kadar fazla…Bunun yanı sıra her gün beraber olduğu insanlardan "sıkılan" fakat onların yanındayken yalnızlığını anlamayan insanlar da var…Her bir kişiye bakıyorum yolda;ama herkesin beraber yaptığı bir şey yok…Hep birlikte halay çekmiyorlar mesela…Ama herkesin bir yerlere yetişme , "kaçışma" çabası varmış gibi görünüyor…İnsanlar nereye giderlerse orada "yalnızlığı" bulacağını zaman zaman hatırlıyor…Yürümek iyi geliyor o zaman demek ki…Çünkü gideceğin yerde "ne olduğunu bilmek" seni yolda tutmaya devam eder…Gidersin...Ama "kaçmazsın"...